Radyonun güçlü sesi, sahnelerin yüksek voltajlı enerjisi Yasemin Şefik, mizahı bir kenara bırakıp rehber oluyor. TOD’da yayınlanan Duyulan Şehirler belgeseliyle görsel bombardımana kulak tıkıyor. Türkiye’de bir ilke imza atarak şehirlerin ses hafızasını bir şarkı olarak sunuyor.
Yasemin Şefik: Sahneye çıktığında herkesi kahkahalara boğan, radyo programlarıyla milyonların yol arkadaşı olan ve Episode dergisinde yazılarıyla keskin zekâsını konuşturan Yasemin Şefik, bu kez alıştığımız o yüksek enerjiyi geri çekiyor. Çünkü önümüzde, kariyerinde “en güzel dönüşümlerden biri” olarak adlandırdığı çok özel bir proje var: TOD’da yayınlanan belgesel serisi Duyulan Şehirler.
Dijital dünyanın görsel ağırlığına karşı bir manifesto niteliği taşıyan bu belgesel, bir şehri sadece izlemek değil, gerçekten “duymak” üzerine kurulu. Şefik, bu projede neşeli bir yorumcu olmaktan çıkıp şehirlerin kaybolmaya yüz tutmuş ses belleğini kayda alan alçakgönüllü bir rehber rolünü üstleniyor. Zira ona göre, büyük şehirlerde en hızlı kaybolan şey, sesin kalitesi. Artvin’in rüzgârla çarpışan tulum sesiyle kişisel bağ kurmaktan Bolu’nun doğa tarafından korunan ses karakterine kadar… Yasemin Şefik ile Duyulan Şehirler projesini, radyoculuk deneyiminin bu benzersiz “ses avcılığı” sürecine nasıl dönüştüğünü ve anlatıcılığın bazen susmaktan geçtiğini konuştuk.
Duyulan Şehirler’de sesleri ana tema yaparak dünyada bir ilke imza attınız. Bir şehri sadece görüntüsüyle değil, sesleriyle anlatma fikri nasıl doğdu?
Yasemin Şefik: Dijital dünyada her şey görsel ağırlıklı ilerlerken biz ters yönden yürümek istedik. Bir şehri sadece izlemek değil, gerçekten “duymak”… O ses belleğini kayda almak. Çünkü bir şehri asıl benzersiz yapan, görünmeyen ama çok güçlü olan ses dokusudur. Fatih Ahmet Kaya yönetmenimizin beni arayıp, “Elimde bir proje var,” deyince heyecanlanmamın ardından -beni de bilenler her şeyi her açıdan kurcalarım- tüm ekip (editöründen yapım ekibine kadar) içeriği şekillendirdik. Duyulan Şehirler aslında şehirlerin kayıp melodisini ortaya çıkarma çabası ve şehirlerin ses hafızasını bir şarkı olarak sunmayı amaçlayan bir belgesel serisi.
Belgeselin sonunda, toplanan seslerden o şehre ait bir şarkı oluşturulması fikri gerçekten çok etkileyici. Bu “ses arama” ve “şarkı üretme” sürecini biraz anlatır mısın? Aynı zamanda bir radyo programcısı olarak, şehirlerin seslerinin bir ritme dönüş – mesi sana neler hissettirdi?
Yasemin Şefik: Topladığımız her ses birer veri gibiydi ama duygusal bir hafıza da taşıyordu. Önce şehirdeki doğal, kültürel ve mekânsal sesleri kaydettik; ardından stüdyoda bu seslerin frekans yapıları incelendi. Her sesin bir görevi vardı: Kimi ritim oluşturdu, kimi melodiye dönüştü, kimi sadece atmosfer kattı. Her şehrin bir nabzı var. Kalp atışı gibi ve bu nabız, bpm ölçeğini de bize veriyor. Radyoculuk geçmişim de bu süreçte büyük bir avantaj sağladı; çünkü yıllardır sesin duygu yaratma gücünü biliyorum. Bir şehrin tüm seslerinin bir müziğe dönüşmesini izlemek benim için çok değerliydi; aslında duyduğumuz her şeyin bir hikâyesi olduğunu yeniden hatırladım.

Gezdiğin 10 şehir arasından, ses hafızasıyla seni en çok şaşırtan veya kişisel olarak en derin bağı kurduğun şehir hangisi oldu? O şehrin kimliğini yansıtan, senin için unutulmaz bir ses anı var mı?
Yasemin Şefik: Artvin beni ses hafızasıyla gerçekten şaşırtan şehirlerden biri oldu. Çünkü Artvin’in sesi sadece doğadan gelmiyor; insanla, rüzgârla, suyla birlikte yaşayan çokkatmanlı bir hafıza. Orada duyduğum en unutulmaz an, Çoruh Nehri’nin sesiyle bir tulumun yankısının çarpıştığı andı. “Bir nehir bu kadar güçlü akarken bir enstrüman ona bu kadar nazikçe eşlik edebilir mi?” diye düşündüm. O ses beni durdurdu. Çünkü Artvin’de her şey hareket halinde ama bir o kadar da ritim halinde. O an, şehrin kimliği kulağıma fısıldandı diyebilirim.
Belgeselde hem çok iyi bir sinematografi hem de müthiş bir kurgu izliyoruz. Yönetmen Fatih Ahmet Kaya ile bu özgün ses temalı projede çalışmak nasıldı? Görsel (görüntü) ve işitsel (ses) anlatımı kusursuz bir uyumla birleştirmek için ne tür zorlukların üstesinden geldiniz?
Yasemin Şefik: Fatih Ahmet Kaya’yla çalışmak bu proje için büyük bir avantajdı çünkü o görüntüyü sadece kaydetmiyor, adeta duygusunu da çekiyor. Ben sesin peşindeydim; o ise şehrin nefesini görüntüde yakalıyordu. İki farklı disiplin gibi görünse de aslında aynı hikâyenin iki dilini konuşturduk.
Zorlayıcı olan taraf şuydu: Ses ve görüntü aynı anda aynı şeyleri söylemek zorunda değil. Bazen ses çok güçlü geliyor ama kamera o anı yakalayamıyor; bazen de görüntü kusursuz ama ses istediğimiz duyguyu vermiyor. Bizim yaptığımız şey, bu iki karakteri birbirine âşık etmekti. Biri geri planda kalmasın, diğeri öne fırlamasın… Tam bir uyum yakalamak için sürekli birbirimizi dinledik, bekledik, denedik.
Fatih’in sinematografisi çok rafine ve hisli. Ben de topladığım seslerle o kadrajların altını doldurdum diyebilirim. Sonunda ortaya çıkan şey aslında tam da hedeflediğimizdi: Şehrin hem görünen ruhunu hem de duyulan ruhunu aynı anda anlatmak.

Türkiye radyo dünyasının en güçlü seslerinden biri olarak tanınıyorsun. Radyoda milyonlara seslenmek ile bir belgeselde “ses rehberliği” yapmak arasında nasıl bir fark var? Bu yeni rol, sana anlatıcılık konusunda neler kattı?
Yasemin Şefik: Radyoda milyonlara seslenirken aslında çok gizli bir ortaklık kuruyorsunuz: İnsanlar sizi duyar ama siz onları görmezsiniz. O yüzden bağ daha içsel, daha hayal gücü üzerinden ilerler. Radyoda ses, her şeydir; duyguyu, atmosferi, ritmi tamamen ben yaratırım. Belgeselde ise ben sesin kendisine rehberlik ediyorum. Yani bu kez başrolde benim sesim değil, şehrin sesi var. Ben sadece o sesin doğru yerden doğru duyguya akmasını sağlıyorum. Bu yüzden çok daha alçakgönüllü, daha dikkatli bir anlatıcılık gerektiriyor.
Bu proje bana şunu çok net öğretti:
Bir anlatıcı olarak bazen konuşmak değil, susmak da gerekiyor. Şehrin nefesini, dalgasını, ustanın çekicini öne çıkarmak için geri çekilmeyi; sesi yönetmek yerine ona eşlik etmeyi öğrendim. Radyoda insanlara yol gösterirken bu belgeselde şehirlere kulak vermeyi öğrendim. Bence bu, kariyerimdeki en güzel dönüşümlerden biri.

Radyo programları, sahne performansları, dijital içerikler ve Episode dergisine yazdığın köşeyazıları… Tüm bu alanlarda bu kadar üretken olmak ve her zaman o neşeli, yüksek enerjiyi korumak nasıl mümkün oluyor? Zamanını nasıl yönetiyorsun?
Yasemin Şefik: Dışarıdan bakınca çok enerjik ve sürekli üreten biri gibi görünüyorum ama işin sırrı aslında enerjiyi yükseltmek değil, onu doğru yere akıtmak. Yıllarca radyoda çalışınca insan bir ritim disiplini kazanıyor: Ne zaman hızlanacağını, ne zaman duracağını, ne zaman susup dinleyeceğini öğreniyorsun. Bu da tüm işlere yansıyor. Benim için üretim çok doğal bir ihtiyaç. Sahne, radyo, dijital içerik, yazı… Hepsi aslında aynı şeyin farklı anlatım biçimleri: Hikâye anlatmak. Bir yerde tıkanınca diğer alan beni besliyor. Bu yüzden enerjim bitmiyor; sadece kanal değiştiriyorum.
Zaman yönetimi konusunda da çok sihirli bir formülüm yok: Kendime küçük çalışma adaları yaratıyorum. Bir saatte ne yapabiliyorsam onu yapıyorum, yetişmeyene de yüklenmiyorum. Sürekli mükemmel olma baskısını bıraktığımdan beri çok daha üretken oldum.
Bir de neşeli olmak… O aslında benim savunma mekanizmam değil, kafamın çalışma biçimi. Mizah, enerjiyi düşüren şeyleri taşımamı kolaylaştırıyor. Hayat zor ama ben işimi eğlenceye dönüştürünce daha çok çalışabiliyorum. Belki de bütün mesele bu.


Uyduruk Sonlar ya da Mevzu Aşk gibi diğer projelerinde de anlatıcılık ve mizah ön planda. Bu projelerdeki amacın, Duyulan Şehirler’deki ciddi “rehberlik” rolünden nasıl ayrışıyor?
Yasemin Şefik: Benim yaptığım her işte anlatıcılık var ama her anlatıcılık aynı duyguya hizmet etmiyor. Uyduruk Sonlar ya da Mevzu Aşk gibi projelerde amaç, insanın duygusal dağınıklığını mizahla toplamak. Orada ben hem yorumcuyum hem provokatörüm; hikâyeyi esnetip eğip bükebilirim, dalga geçebilirim. Mizah benim özgürlük alanım.
Duyulan Şehirler ise çok farklı bir yerden akıyor. Burada ben değil, şehir konuşuyor.
Ben sadece o sesi görünür kılan bir rehberim. Yani bu projede “Yasemin Şefik anlatıyor” değil, “Yasemin Şefik dinliyor” hali var. Mizahı geri çekip daha sakin, daha derin bir anlatıcı olmam gerekti. Çünkü şehirlerin sesiyle dalga geçilmez; orada bir hafıza, bir emek, bir geçmiş var.
Belgesel projesi, günümüz şehirlerindeki ses kalitesi veya ses kirliliği hakkında neler düşündürdü? Sesini korumakta en başarılı olan şehir hangisiydi?
Yasemin Şefik: Günümüz şehirlerinde en hızlı kaybolan şey görüntü değil, sesin kalitesi. Görüntü bir şekilde korunuyor; arşivleniyor, restore ediliyor, dijitalleşiyor… Ama ses çok daha kırılgan. Bir ustanın çalışma ritmi, bir pazar yerinin doğal uğultusu, bir akarsuyun sesi… Kentsel dönüşümün ilk sessiz kayıpları onlar oluyor.
Gezerken fark ettiğim şey şu oldu: Büyük şehirlerin ses hafızası ciddi şekilde bozulmuş durumda. Trafik, inşaat, yoğunluk… Hepsi aynı tonda bağırdığı için şehirler birbirine benzemeye başlıyor. Gürültü, bir süre sonra tek ortak dil haline geliyor.
Sesini korumakta en başarılı (on şehirlik ilk sezonda) şehir ise Bolu oldu.
Çünkü Bolu’da doğa hâlâ ana yönetmen gibi duruyor. Ormanın sesi, gölün sakinliği, yürüyen insanların ayak ritmi… Hepsi kendi yerinde duruyor. Bolu’da rüzgâr bile şehrin ses karakterine uyumlu esiyor. Ses orada baskılanmamış, doğasıyla birlikte nefes alıyor. Bakalım ikinci sezonda bu hangi şehir olacak?
Bu röportaj, Episode Dergi’nin Aralık 2025 tarihli 62. sayısında yayımlanmıştır.