Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Yaşanmışlığın Şiirsel Anlatısı: “Roma” I N. Levent Tanıl
[highlight]Alfonso Cuarôn, bana göre sihirbaz sinemacılardan… Children of Men (Son Umut) ve Gravity (Yer Çekimi) gibi özgünlüğünü yarattığı, teknik açıdan kuvvetli yapımların yanı sıra inişli çıkışlı seri Harry Potter‘a Azkaban Tutsağı sayesinde büyük ivme kazandıran Meksikalı yönetmen, kişisel hikâyesi Roma ile sinemaya yepyeni bir başyapıt sunuyor…[/highlight]
Film, Netflix orijinal yapımı olması nedeniyle sinemada mı yoksa evde mi izlenilmesi gerektiğine dair çokça tartışmaya yol açtı. Ancak ülkemizde kısıtlı sayıda salonda gösterime girerek “mutlaka sinemada izleyin” yorumlarıyla, bu düşünceyi anlamsız bulanların sosyal medya atışmaları arasında seyircinin takdirine sunuldu.
Benim açımdan bir film, kendisini değerli kılan güçlü ölçülere sahipse eğer, seyredileceği mekânın pek de önemi kalmaz. Elbette ki Cuarôn’un bu öyküsü, dev bir perde karşısında izlenilmeyi hak ediyor ancak kişinin izleyeceği filmden kazanacağı değer, ortama göre değil, anlatılan öyküyle kurabildiğimiz bağla alakalıdır biraz da. Teknik açıdan muazzam sekanslara sahip Cuarôn’un Roma‘sı nerede izlenirse izlensin insanın içinde dolgun bir hüzün bırakabilecek değerlere sahip. İşte bu yüzden “film sinemada izlenir” ısrarcılığını bir kenara bırakmak ve Roma‘nın şiirsel anlatısına odaklanmak lazım…
“Roma”, Cuarôn’un çocukluğundan kesitler de barındırıyor
İspanyolca çekilen ve 70’lerin Meksika’sında geçen film, gücünü sıradan insanlara yönelttiği kamerası ve siyah-beyaz anlatısından alıyor. Hayatı tüm sıradanlığıyla kişisel bir bakışla anlatan Cuarôn, sıradan günlere, sınıf ayrılıklarına, hüzne, kadın olmaya, toplumsal olaylara ve insanların her karşılaştığında kabul etmek zorunda kaldığı sürpriz depremlere şiirsel bir bakış atıyor.
Bu kişisel öyküsünde kendi çocukluğundan kesitler sunan yönetmen, 70’lerdeki Meksika’da üst sınıf semtlerde yaşayan kendi ailesi üzerinden ilerletiyor kamerasını. Roma ismi ise daha düşük gelirli insanların bu üst sınıf semte takmış olduğu bir yakıştırma. Temeline dağılmakta olan bir aile ve bu aşamaları henüz idrak edemeyen çocuklarla çocukları ablası gibi sahiplenmiş Mixtec kökenli hizmetçileri Cleo’yu alan Roma, tüm karakterlerine eşit mesafeli açılarla yaklaşarak yaşananı olduğu gibi aktarıyor.
Hayatınızı sorguluyorsunuz
Filmini kendinin ve ailesinin gerçek hayattaki bakıcılığını yapmış Liboria Rodríguez’e (final jeneriğinde Libo olarak belirtiliyor) adayan Cuarôn, kurmaca-gerçek alıntılarla şekillendirdiği kadrajında giderek artan bir hüzün ve en önemlisi de vicdan azaplarını bulunduruyor. Dönemin siyasi karmaşası, alt-üst sınıf ayrılıkları ve bu sınıfların maddi açıdan birbirleri arasındaki bariz uçurumu herhangi bir politik slogana dönüştürmeden anlatan yönetmen, olanı biteni bir belgeselci edasıyla, kamerasını seyircisine takip hissi yaratarak gerçekçi bir görsellikle ilerletiyor. Bu takibin içerisine de ilk sekans itibarıyla dahil olma olasılığınız çok yüksek. Keza Roma‘nın izlettiği hayat hikâyesinden sonra kişinin kendi hayatını ve yaşanmışlıklarını sorgulamasına sebep olan ayrıntılı bir etkisi var.
Saf etki…
Filmin genellikle geniş açılardan şekillenen görüntü yönetimi, yaşanan gelişmelere karşı yabancılık çekmemizin önüne geçip olup biteni rahat takip etmemizi destekliyor. Meksika’nın içinde bulunduğu politik koşullar ve karakterlerin yaşadıkları kişisel olaylar, hem sadece film içinde kalıyor hem de insanı ilk sahnedeki ruh haliyle finale doğru yaklaşan plaj sahnesine doğru bambaşka bir duygu yoğunluğu içerisine sokuyor. Bu yoğunluk, her sahne ve diyalogda kendini daha da olgun bir konuma taşıdığı için Roma, bir sinema filmi olmanın ötesinde, insanların uzun zamandır tam olarak hissedemediği evrensel bir hayat etkisine dönüşüyor.
Belki de yıllardır ihtiyaç duyduğumuz şey böyle saf bir etkiydi; izledikçe açılıyor ve birçoğumuzu içinde kaybolduğumuz olumsuz düşüncelerden arındırarak tamamen kendi dünyasının içine çekiyor…