Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Mario de la Rosa: “Suarez bir Rottweiler, devletin köpeği”
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de birçok tutkulu hayrana sahip La Casa de Papel, dördüncü sezonuyla da büyük ilgi topladı. Bir süre önce bu yeni sezona dair bir yazı kaleme almıştım. Ardından şimdi de bir görüntülü konuşma programı üzerinden dizinin oyuncuları Fernando Cayo ve Mario de la Rosa ile söyleştik.
Mario de la Rosa, dizinin ilk sezonundan beri Özel Harekat Birliği kumandanı Suarez’i canlandırıyor. Suarez, baş karakterlerden biri olmasa da dizinin sevilen yan karakterleri arasında. Oyunculuğa geç sayılabilecek bir yaşta atılan, aynı zamanda yazarlık da yapan Mario de la Rosa ile hem kariyerini hem de La Casa de Papel’i konuştuk.
“‘La Casa de Papel’ kariyerimde bambaşka bir yerde duruyor. ‘La Casa de Papel’den önce ve sonra diye iki dönemden söz edebiliriz.”
Koronavirüs salgını dolayısıyla hepimiz evlerimize kapandık. Sizin günleriniz nasıl geçiyor?
Zor zamanlar ama eve kapanmak işin en zor tarafı değil. Her gün insanların öldüğünü görmek çok üzücü. Doğrusu, enerjimi emiyor. İnsanlar okumaya, yazmaya, öğrenmeye, bir şeyler izlemeye vakit bulamadığından yakınırdı hep. Şimdi sürekli evdeyiz ve bunları yapabilecek bolca zamanımız var. Zaman zaman yapıyoruz da ancak en azından kendi adıma çoğu zaman bir şeylerle uğraşacak motivasyonu bulamadığımı söylemeliyim.
Birçok yapımda rol aldınız. Bunların arasında ‘Hellboy’ (2019) da var. Ancak çoğu kişi sizi ‘La Casa de Papel’ ile tanıyor. Kariyerinizi bir de sizden dinleyebilir miyiz?
İlk oyunculuk deneyimlerimi çok gençken yaşadım aslında. Ancak içimde bir aktör yattığının farkında değildim. Okulda tiyatro gösterileri falan yapıyorduk, o kadar. Profesyonel olarak oyunculuğa adım atmam 30’lu yaşlarıma denk düşüyor. O zamanlar fayans satıyordum. Bir arkadaşım bu işle zaman kaybettiğimi söyler dururdu. “Bu işi de yapabilirsin elbette ama niye yazmak, yönetmek, oynamak gibi asıl istediğin işleri yapmıyorsun ki?” diyordu.
Sonunda onun sözünü dinlemeye karar verdim ve birkaç kursa gittim, ders aldım. Sonra derslerin yerini oyunlar aldı. İşin başında bir yandan fayans işini sürdürüyor, bir yandan derslere ve oyunlara gidiyordum. Bir noktada karar vermem gerekti: Fayans mı satacaktım yoksa profesyonel oyuncu mu olacaktım? Ben de oyunculuğu seçtim tabii ki.
‘La Casa de Papel’in kariyerinizde bir milat olduğunu söyleyebilir misiniz?
Kesinlikle. Birçok harika projede yer aldım. Conquistadores Adventum (2017) mini dizisi bunlardan biri. Hellboy ve Terminator: Dark Fate (2019) gibi uluslararası yapımlarda yer almak da benim için önemli bir adımdı. Ancak La Casa de Papel kariyerimde bambaşka bir yerde duruyor. La Casa de Papel’den önce ve sonra diye iki dönemden söz edebiliriz. Herkes biliyor La Casa de Papel’i. Bir yardımcı rolde oynasam da dört sezondur dizideyim ve artık beni de tanıyor insanlar. Bütün bunlardan dolayı kariyerimdeki en büyük proje olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
“‘La Casa de Papel’ sadece bir soygun hikayesinden ya da aksiyon sahnelerinden ibaret değil.”
Sizce insanlar ‘La Casa de Papel’i neden bu kadar sevdi?
Birçok sebebi var bunun ama her şeyden önce La Casa de Papel çok iyi bir hikayeye sahip.
Bir de dizideki tecrit atmosferi iki tarafı birbirinden keskin bir şekilde ayırıyor, bu da aslında diziyi kolay anlaşılır kılıyor: Bir tarafta içeridekiler var, diğer tarafta dışarıdakiler ve birbirleriyle çatışıyorlar. Ancak bu çatışma daha çok psikolojik bir çatışma. Soygun ekibinin kırmızı tulumlar giymesi ve Salvador Dali maskeleri takması da izleyiciyi cezbediyor olsa gerek.
Duygular da çok canlı yaşanıyor ‘La Casa de Papel’de…
Haklısın, bu da bir etken. La Casa de Papel sadece bir soygun hikayesinden ya da aksiyon sahnelerinden ibaret değil. Gerek içerideki insanların gerekse dışarıdakilerin duygularının nasıl değiştiğine tanık olmak heyecan verici.
Dizinin bir cezbedici yanı da muhakkak empati kuracak, bağlanacak bir karakter bulabilmeniz bence.
Kesinlikle. La Casa de Papel’de kendinizi bulabileceğiniz birçok karakter var. Kimileri Berlin’i çok seviyor, kimileri Profesör’ü, kimileri Tokyo’yu… Benim Suarez’i seven bile var! (Gülüyor)
“Suarez’in taraf değiştirmesi eğlenceli olurdu ancak ben onun yerinde olsaydım taraf değiştirmezdim.”
Suarez bir yan karakter olsa da bence ilginç bir karakter. Albay Prieto, Albay Tamayo, Raquel ve Alicia… Hepsi olanı biteni bir noktada kişiselleştirdi ancak Suarez hep sadece görevine odaklanmış görünüyor. Onu bize nasıl anlatırsınız?
Suarez çok disiplinli biri. O bir profesyonel. Ne emir alırsa onu yapıyor. Adamları ve kendisine verilen emirler için en iyi olan neyse onu uygulamaya çalışıyor. Aklındaki tek şey içeri girip en az zararla işi bitirmek. Bununla beraber, o da duyguları olan bir karakter. Kendini dinliyor. Zaman zaman verilen emirlerden hoşnut olmadığını görüyoruz.
Üçüncü sezonda Profesör’ün ekibine esir düştüğü ve adamlarıyla beraber ‘Bella Ciao’yu söylemek zorunda kaldığı bir sahne vardı…
O sahne Suarez’in ağır bir duygusal çatışma yaşadığını gördüğümüz ilk sahneydi sanırım. Yine bu sezon çiftlikte dedektif Murillo’yu, yani Lisbon’u bulduğu sahne de Suarez’in duygularını açıkça görebildiğimiz bir sahneydi. Yani üniformasıyla beraber Suarez ne kadar sert ve soğuk görünse de o da duyguları olan bir insan. Ancak eninde sonunda, onun için en önemli şey patronlarının emirlerini en doğru şekilde uygulamak. Suarez bir Rottweiler. Devletin köpeği.
Suarez’in yerinde olsanız Raquel Murillo gibi taraf değiştirip çeteyi destekler miydiniz yoksa onlara karşı savaşmayı sürdürür müydünüz?
Güzel bir soru. Bir oyuncu olarak benim için Suarez’in taraf değiştirmesi eğlenceli olurdu aslında. (Gülüyor) Ancak ben onun yerinde olsaydım taraf değiştirmezdim. Diziyi izlerken “Kırmızı tulumlular iyiler,” diyorsunuz ama gerçek hayatta bunu demezsiniz. Elinde makineli tüfekler tutan bir grup kişi sizi kaçırsa, üç beş gün esir tutup çalışmaya zorlasa onları sevmezsiniz. Kimsenin böyle bir şeyin parçası olmak isteyeceğini sanmıyorum. Tamam, gerçekten havalı duruyorlar ama eninde sonunda onlar insanları esir tutan bir grup soyguncu.
“Türkiye’yi görmeyi çok istiyorum ama şimdilik Türkiye’ye dair tüm bilgim futboldan ibaret.”
‘La Casa de Papel, Alex Pina’nın yarattığı bir dizi. Onunla çalışmak nasıl?
Alex Pina’yla çalışmak çok keyifli. İletişim kurması çok kolay bir insan. Sizi dinliyor. Nazik biri. Ayrıca daha önce yaptığı işleri düşününce onunla çalışmak çok heyecan verici. Alex Pina, aklında define olan bir adam.
Gelecek projeleriniz neler?
Şu an önceliğim La Casa de Papel’in beşinci sezonu. Başka çok fazla işle uğraşıp dağılmak istemiyorum. Ancak ben aynı zamanda bir yazarım. İlk romanım Perros con placa geçen sonbaharda yayınlandı, yenisi yolda. Ayrıca şiir de yazıyorum ve bir şiir kitabı üzerinde çalışıyorum.
Bitirmek üzereyiz. Bize önerebileceğiniz İspanyol yapımı bir film ya da dizi var mı?
La isla minima (2014) filmini önerebilirim. Güzel bir gerilimdir. Grupo 7 (2012), önerebileceğim bir başka film. Çok iyi yazılmış ve oynanmış bir yapım. Sinematografisi de çok başarılı.
Son olarak, İspanya’da çok izlenen Türk dizileri oldu. Sizin izlediğiniz hiç Türk dizisi var mı?
İzlediğim hiç Türk dizisi yok ama Türkiye’yi görmeyi çok istiyorum. Aslında bu sonbahar İstanbul’a gelmeyi planlıyordum ancak salgın patladı. Şimdilik Türkiye’ye dair tüm bilgim futboldan ibaret. Türk taraftarların ne kadar tutkulu olduklarını biliyorum. Galatasaray’ı, Fenerbahçe’yi, Beşiktaş’ı biliyorum. Ben sıkı bir Atletico Madrid taraftarıyım. Birkaç defa Galatasaray’la karşılaştık. Ayrıca Arda Turan da bize Galatasaray’dan gelmişti. Harika bir futbolcu ama kendi kendini mahvetti maalesef.
Çok teşekkür ederiz, keyifli bir röportaj oldu. Okurlarımıza bir mesajınız var mı?
Ben teşekkür ederim. Herkese selamlarımı, sevgilerimi iletiyorum. Bize verdiğiniz destek için çok teşekkürler.