RÖPORTAJ │ Demet Akbağ
Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraf: Ozan Balta
Bu röportaj Episode Yerli’nin Mart-Nisan 2021 tarihli 25. sayısında yayınlanmıştır.
Demet Akbağ… Bir Demet Tiyatro, Otogargara, Eyvah Eyvah, Hükümet Kadın… Onlarca unutulmaz karakteri hayatımıza katan, yeni işleri milyonlarca izleyici tarafından merakla beklenen, usta bir oyuncu. Yıllar sonra tekrar bir televizyon dizisiyle ekranlarda. Episode olarak kapağımızda Demet Akbağ’ı ağırlamak hayallerimizden biriydi, gerçekleştirdiğimiz için çok mutluyuz. Akrep’ten Bir Demet Tiyatro’ya, 20 yılda yer aldığı 17 sinema filminden pandemi dönemindeki tiyatro sahnelerine her şeyi konuştuk. Keyifli okumalar…
Yıllar sonra tekrar bir televizyon dizisiyle izleyicilerin karşısındasınız. Nasıl başladı sizin için Akrep macerası?
Ben bir dizi yapmak istediğimi hep dile getiriyordum, izleyiciler sürekli “Ne zaman bir dizide sizi göreceğiz?” diyorlardı. Çoğunlukla “Sinema filmi çektik, hadi vizyona giriyor, dur şimdi de turnesi var, turnesi biterken diğerinin okuma provaları başlayacak” gibi bir yıllık programla çalıştığımdan ortalama 35 haftalık bir maraton, gözümü korkutuyordu. Akrep’in senaryosu geldiğinde -ki adı Akrep değildi- iki kadın başrolle yola çıkan bir hikâye elbette beni cezbetti. İki kadın da zor karakterler. Adeta birer antikahramanlar. İlk iki bölüm senaryo ve çok detaylı, doğumlarından itibaren yaşadıklarını okuduğumuz karakter analizleriyle geldi proje. Bu iki kadının hikâyesinin nereye gideceğini merak ettim açıkçası. Okuduktan sonra yazar, yapımcı ve yönetmen ile birkaç buluşma gerçekleştirdim. Hikâyenin yolculuğuna dair heyecanları beni ikna etti. Ferda’ya kimin hayat vereceğinin bulunması süreci, diziye bir isim bulunması kısmı benim için keyifli süreçlerdi. Evrim’in Ferda’yı yaratma sürecini izlemek, onunla karşılıklı oynamak beni mutlu ediyor. Perihan ile tanışma kısmı da en başta, tüm projelerimde olduğu gibi, önce gözümü korkuttu. Perihan’ın bakışlarını aynada yakalayana dek etrafımdakilere, “O kadının ben olduğumdan emin misiniz?” diye defalarca sordum.
Akrep daha çok kadınların ön planda olduğu bir dizi, istisnasız her kadının bir işi, mesleği var ve güçlü kadınlar. Bu sezon ekrana gelen dizilerin çoğunda da güçlü kadın karakterleri görüyoruz. Bu değişim sizce seyircinin talebi miydi? İzleyici artık güçlü kadınları izlemek istiyor diyebilir miyiz?
Senaristler sonuçta hayatın yansımalarını yazıyorlar. Artık hayatın içinde kadın ya da erkek değil, daha çok insan var. -Bunu, hâlâ adı olmayan, kalbimizi parçalayan pek çok hikâyeden bağımsız söylüyorum.- Gerçek hayatın içinde göze daha çok çarpan, kulağa daha çok yansıyan kadın hikâyesi var. Bunun kameranın önüne de tezahür etmesi hayatın doğal akışı bana kalırsa. Seyirci dediğimiz tarafın da yarısının kadın olduğunu düşündüğünüzde, olduğu veya olmak istediği şeyi izlemeyi talep etmesi çok normal değil mi?
Perihan, geçmişinden uzaklaşmaya, geçmişe dair her şeyi silmeye çalışan bir kadın. Kötü anılarını silip yeni ve başarılı bir hayat kurmuş. Bunu yaparken de geçmişe ait en önemli parçası olan kızı Ferda’yı da silmiş, ondan nefret ettiğini bile söyleyebiliriz. Toplumumuzda halen anne olmayı tercih etmeyen kadınlar bile pek anlaşılmıyor, hatta kadına sadece annelik sıfatı da yüklenebiliyor malum. Dolayısıyla bu açıdan da ters köşe bir durum var dizide. Yıllar sonra Ferda tekrar hayatına girdiğinde de bu değişmiyor, en azından şimdilik. Siz Perihan’ın bu tavrını nasıl yorumluyorsunuz?
Perihan bir antikahraman. Anne olmanın hep kutsandığı bir dünyada, bambaşka bir kadın profili. Dünyaya bir insan getirebilme yeteneği, doğası kadını çok güçlü, çok özel kılan bir özellik. Ancak hep göz ardı edilen bir şey var ya da yok sayılan, konuşulmayan: Anne olmak ancak “çok istediğinizde” şahane bir şey! Kimse, ne şartlarda annelik yoluna çıkılarak anne olunduğunu sorgulamıyor. Elbette ortada savunmasız küçük bir bebek olunca etik, ahlaki, ruhsal, duygusal pek çok parametre var. Ama Perihan örneğinde olduğu gibi tüm o parametreleri yerle bir edecek bir gerçek travma da sözkonusu: Tecavüz ve işkence dolu bir süreç sonrasında içinizde bir canlı büyüyor! Herkes dışarıdan baktığında orada bir bebek görüyor ama o travmanın içindeki kişi için de o bir bebek olabilir mi? Tabii bizim hikâyemizde henüz bilmediğimiz başka şeyler de olabilir, benim de henüz bilmediğim. Bütün o yetişkin olma sürecinde hangi aşamalarda karşılaştılar, neler yaşadılar henüz bilmiyoruz. Ben yine de Perihan’ın anne olmanın her koşulda kutsal olamayacağını, bunun bazen imkânsız olabileceğini hissettiren tarafını etkileyici buluyorum. Hiç söylenmemiş bir şeyi söylediği için, belki de bunun konuşulmasını sağlayabileceği için…
Akrep setinde Oyuncular Sendikası başkanının olması, sette her şeyin çok daha dikkatli yürütülmesini de sağlıyor olmalı. Sendikal kimliğinizle setteki çalışma koşullarını denetliyor musunuz, müdahale ediyor musunuz?
Öyle bir vaktim olacağını varsaymanız çok hoş. Sette benimle iki gün geçirmek ister misiniz? Şaka bir yana, gerçekten yapmaya kalksam da öyle bir vaktim olabileceğini hiç zannetmiyorum. Diziler malum, maraton koşuyor! Biz de stoksuz gidiyoruz. Ama denetlemeye kalksam da bir şey bulacağımı sanmıyorum. Yapım şirketimiz ve ekip son derece titizler. Kim bilir, belki ben oradayım diye ekstra da titizleniyor olabilir bak? Bunu bilmiyorum ama kurallara uygun giden bir set hayatımız olduğunu söyleyebilirim. Yeri gelmişken şunu da belirteyim, COVID şartlarının tamamen zorlaştırdığı hayatımızda, sektörde en büyük alkışı dizi prodüksiyon ekipleri hak ediyor. Türk dizilerinin dünyada bu kadar ses getirmesinde elbette senaryonun, oyunculukların payı çok büyük ama prodüksiyon ekiplerinin dünyadaki muadillerinin imkânlarının kimi zaman yarısına sahip olarak daha kısa sürede olağanüstü işler çıkardığını söylemek gerek.
Televizyon dizilerine ara vermenizin nedeni gelen senaryolar mı, dizilerin süreleri mi yoksa sinema filmlerine ağırlık vermek istemeniz miydi? Yahut başka bir nedeni var mıydı?
Ara vermedim aslında. Sadece bana uygun bir teklif gelmesi ve benim kabul etmem uzun zaman aldı diyebilirim. Az önce de söylediğim gibi, sinema çok doldurdu zamanımı. Dizi dünyasında, “Demet Akbağ kabul etmez,” diye de bir şehir efsanesi geziyordu. Neredeyse tüm yapımcıların arkadaşım, tanıdığım olmasına, sohbetlerimizde “Ah bir dizi yapsak” konusu hep geçmesine rağmen masa başında bir rol konuşulurken kabul etmeyeceğim varsayımıyla bana gelmeyen çok senaryo oldu. Olmuş… Sonra bir yerlerde karşılaşılınca da, “Aslında seni düşündük ama nasıl olsa kabul etmezsin diye yollamadık,” denilen anılarım çoktur. Bu projede de aynı şey olmuş. İlk toplantılarda adım geçince yine, “Demet Akbağ bunu kabul etmez,” denilmiş. Fakat cesur cast direktörümüz Fatoş Sivri Koçak, Selma’yı (menajerimi) arayıp, “Biz bir senaryo yollamak istiyoruz, Demet Hanım okur mu, dizi yapmak ister mi?” diye sormuş. Selma da, “Tabii ki,” deyince senaryo bize geldi, o gece okuduk ve kadın olmaya, anne olmaya dair farklı bakış açısı dikkatimizi çekti.
TV’de skeçlerle başlayan, Bir Demet Tiyatro gibi adınızı yazdığınız, bir devir açan işiniz ve Akrep’e uzanan bir yolculuğunuz var. Çok farklı, döneminin yenilikçi işlerinde de imzanız var. Siz yerli TV ekranının son 30 yıldaki yolculuğunu nasıl görüyorsunuz? Yerli diziler hangi noktadan hangi noktaya geldi sizce?
Zaman zaman yaptığım söyleşilerde hep anlatıyorum: Öğrencilik yıllarımda, TRT 2’deki bir iş için çağrılmıştım. Necef Uğurlu’nun yazdığı bir dizide hemşire rolü için aradılar ve “Yanınızda beyaz ayakkabı getirin,” dediler. Kostümü veriyorlardı ama herkes kendi ayakkabısını getiriyordu. Hemşire kostümü çok spesifik olduğu için tabii, yoksa düğün sahnesinde görümceyi oynamaya gidecekseniz de, ‘”Abiye bir elbise getirin,” diyorlardı. Kamera önündeki tüm işler neredeyse yarı yarıya gönüllülük esasına dayanırken koca bir sektöre döndü.
Bir Demet Tiyatro, ekranda durum k medisinin en iyi örneklerinden biri oldu. O konuda çok ileriye değil, geri gittiğimizi düşünüyorum. Maalesef. Uzun dizi süreleri, mizahın matematiğini bozdu. Tiyatro sahnesi üzerinde “mış gibi yaptığımızı” seyircinin bilerek izlediği bir işti Bir Demet Tiyatro, pek çok konuda hem şahsi tarihimde hem televizyon tarihinde çok önemli olduğuna inanıyorum. Şu anda televizyona yapılan işleri tek tek ele aldığımızda çok başarılı işler ve özellikle diziler var. Ancak genel olarak televizyonculuğun altın dönemlerinde olduğunu söyleyemeyeceğim. Tek tip bir yayın anlayışı, elbette bunun pek çok farklı nedeni var, ama yaratıcılıktan yoksun, parlamayan bir televizyon yayıncılığı var maalesef. Çok iyi içerikler üretilmesine rağmen sektör topyekûn iyi diyemem.
Yerli dizilerin bu yolculuğunda hem bazı başarılar var, dünyaya en çok dizi satan ülkelerden biriyiz, tüm dünyada hikâyeler ilgi görüyor; ama hem de birbirine benzer hikâyelere sık rastlamaya başladık. Türler konusunda da çok zengin değiliz; komedi dizileri, bilimkurgular, fantastik, tarihi hikâyeler yapılmıyor artık. Bunun nedenleri sizce nedir?
Bir kısırdöngü içindeyiz. Yeni, cesur, yenilikçi işler yok. Bunu talep eden seyirci gerçekten yok mu, o seyirciyi ölçen, bulan bir sistem mi yok, bunu tartışmalıyız, konuşmalıyız. Sanırım reklam veren bunu istiyor diye dönülüp durulan yerden çıkmak gerek. O zaman reklam verenleri cesur hale getirelim. Dizi içeriklerinin farklılığı meselesinde ise evet, Türk insanı o hikâyeleri çok da sevmiyor bence. Komedi seviyor ama komedi için televizyon yayıncılığında süre sorunun çözülmesi gerekiyor. 180 dakika komik olamazsınız çünkü. Bilimkurgu gibi türler için ise gerçekten çok merak olmadığını düşünüyorum. Daha kendine benzeyen, olabilirliğini düşündüğü şeyleri izlemeyi seviyor galiba Türk izleyici.
2000’de yayınlanan Vizontele ile 2020’de yayınlanan Dokuz Kere Leyla filminin arasında 20 yıl boyunca 17 filmde yer aldınız. Neredeyse her yıl bir filmde yer almak demek bu. Türkiye’de çok rastlanan bir kariyer değil. Biraz bunu konuşmak isteriz. Nasıl geçti 20 yıl? Planınıza sadık mı kaldınız, seçeneklerin içinden seçtiklerinizle yıllık olarak ilerleyen bir dönem mi oldu?
Sinema ve tiyatro, zamanlama açısından bir yıl içinde rahatlıkla yapılabilen iki tür. Bir Demet Tiyatro ve Otogargara ile başlayan BKM döneminde biri bitti, biri başladı aslında. O 20 yılın 15 yılında 4 tane tiyatro oyunu da var. Her birini yaklaşık 4 sezon oynayınca yazları da sinema filmi çekebiliyordum. Çoğunlukla da bir filmi çekerken iki tane de ya fikir olarak ya proje olarak sırada beklerdi. Ben hikâyeleri beğendim, yazarlar, yönetmenler çekmek için benim daha önce kabul ettiğim projenin bitmesini de beklediler. Ata Demirer ile yaptığımız Eyvah Eyvah’lar mesela. Seyirci de biz de Firuzan ve Hüseyin’i çok sevince 3 tane çektiğimiz, doğal olarak 3 sezonu dolduran işler oldular. Hükümet Kadın da öyle. Dinlediğimde çok etkilendiğim bir hikâyeydi. Sermiyan Midyat da, “Sen oynarım dersen yazacağım,” dedi. Ama iki tane olması planıyla yola çıkmamıştık. Hep şakasını yapıyordum aslında, bana “Neden dizi yapmıyorsunuz?” dediklerinde, “Dizi gibi sinema filmleri çektiğimden diziye vakit kalmıyor,” diye. Gerçekten de biraz öyle oldu. Hep sevdiğim, içinde olmaktan mutlu olduğum, üzerinden yıllar geçtiğinde de pişman olmadığım projelerde yer aldım sinemada. Sinema filmleri sinemada da televizyonda da yayınlandıklarında izleyicim beni hep mutlu etti. “Önümüzdeki 20 yıl şu kadar film yaparım” diye bir plan yapmamıştım. Ama pişman olmayacağım işler yapma planım vardı. Bir de halen devrede olan, “Bu rolü benim oynamam fark eder mi?” planım var. Daha önce oynamadığım, ben oynadığımda bana da izleyene de, “iyi ki” dedirtecek rolleri oynamak istiyorum.
Filmleriniz sık sık TV kanallarında da yayınlanıyor. İzleyiciler sinema salonlarında ve ekranları karşısında defalarca izlemiş olabiliyorlar bu filmleri. Seyirciden filmlerinize dair aldığınız yorumlar, sorular nelerdir?
Beni en son ne ile izledilerse en çok onu sevdiklerini söylüyorlar. Mesela biri diyor ki, “Hükümet Kadın’a bayılıyorum, ne güzel oynuyorsunuz bizim memleketin kadınını.” O sırada biri de gelip, “Ben sizi en çok Feriştah olarak seviyorum,” derse, “Aaa, o da sizdiniz! diye bir yorum oluyor. Birbirine hiç benzemeyen karakterleri hatırlamıyorlar, bu benim çok hoşuma gidiyor. Demek ki her karakterle bir öncekini unutturmuşum. Seri filmlerin seri olarak devam etmesini istiyor seyirci. “Eyvah Eyvah 4 ne zaman?”, “Hükümet Kadın 3 olacak mı?” sinemayla ilgili en çok gelen sorular.
Pandemi döneminde Bir Demet Tiyatro tekrar seyirciyle buluştu. Hem yıllar evvel izleyen seyirciler özlem giderdi, hem de yeni seyircilerle buluşmuş oldu. 90’ları daha net algılamamızı sağlayan da bir iş, politik mizahın da geri durmadan yapıldığı, unutulmaz karakterler yaratan, efsaneleşmiş bir dizi. Bir Demet Tiyatro sizin hayatınızda neyi temsil ediyor? Bugün böyle işlerin yapılabileceğini düşünüyor musunuz?
Ömrümü. Anılarımı. Aile olmayı. Öyle içimi titreten anıları var ki şimdi o kapıları açmayalım. Sadece izleyici açısından ya da televizyon tarihi açısından değil, içinde olan herkes için de olağanüstü bir dönemin masal gibi bir macerası Bir Demet Tiyatro… Hem çok eğlendiğimiz hem çok eğlendirdiğimiz hem sahne tozu hem televizyon büyüsü ile yapılmış, gerçekten dünyada da eşi benzeri pek olmayan bir iş. İyi ki, bir şekilde yollarımız kesişmiş de o karakterler yazılmış, oynanmış, o anılar hafızalarımıza kaydedilmiş. O kahkahalar bu ülkenin ruhuna işlemiş. Umarım daha iyileri yapılır, daha güzelleriyle gurur duyarız.
Lütfiye ve Mükremin karakterleri milyonlarca insanın anılarında unutulmaz karakterler. Bu iki karakterle ilgili yeni bir dizi düşünceniz vardı sanırım. Dijital platformlar için uygun olabileceğini söylemiştiniz bir röportajınızda. Bu projeyle ilgili bir gelişme var mı?
Galiba, 2020 yılbaşı gecesi için yaptığımız konu bu. Yılbaşı gecesi için Yılmaz küçük bir bölüm yazdı, Lütfiye ve Mükremin’in 20 yıl sonraki hallerini. Yılbaşı programı içinde yayınlandı. O kadardı o. Keşke olsa dedik hep, hâlâ zaman zaman hayalini kuruyoruz ama proje aşamasına gelmiş, hadi yapalım denilmiş bir durumu yok. Bazı şeyler döneminde güzel…
Ortaoyuncular, Dormen Tiyatrosu, Şan Tiyatrosu ve BKM. Çok önemli oyunlarda sahnede yer aldınız. Ustalarla çalıştınız. Tiyatroya başladığınız ilk yıllara dönüp baktığınızda en öğretici anlarınız, en zorlandığınız zamanlarınız nelerdi?
O yıllara zorlandığım yıllar demek büyük haksızlık olur. Tam tersi müthiş bir heyecan ve istekle çok koşturduğum ama asla yorulmadığım çıraklık dönemimdi. O ustalarla çalışma fırsatı bulabildiğim için çok şanslıyım. Zorlanmaktan çok mutlu olduğumu, her gün yeni bir şey öğrenmekten son derece keyif aldığımı söyleyebilirim o günlerde. Mesleğin en güzel zamanlarıymış, merdivenleri birer birer tırmanırken ustaların her birinin elimden tutması. Çok kıymetlidir benim için.
Ustamız Rasim Öztekin’i de yitirdik çok erken yaşta. Hem onu analım isteriz sizinle hem de kavuk meselesinde birkaç yıldır kadın oyunculara verilmemesine dair bir gündem de yaşadık. Siz usta bir komedi oyuncusu olarak bu konuya nasıl yaklaşıyorsunuz?
Rasim’i çok erken kaybetmenin üzüntüsü içindeyim. Rasim’le çocuk tiyatrosundan başlayan gece kabare şovlara kadar devam eden bir partnerlik sürecim oldu. Tatlı bir gelenekti. Kadınlara neden verilmiyor diye bir gündeme gerek olmadığını o dönemde de söyledim. İsmail Dümbüllü ödülüm var benim de… Kavuk şahsi olarak belirlenmiş, öyle yürütülmüş bir gelenek. Kadın mizahçıları, tiyatrocuları yok sayıyor gibi bakmadım meseleye, ustaların alışkanlıklarıyla yarattıkları bir gelenek nihayetinde… Kavuk erkek aksesuvarı, öyle devam etsin, bu kadınların yaptıklarını yok sayan bir durum değil bana kalırsa… Belirleyici, sınırlayıcı bir kurum da değil. Oscar sadece erkeklere verilecek denmiş gibi muamele etmeye gerek yok.
Pandemi öncesinde yeni bir tiyatro oyunu için hazırlanıyordunuz sanırım. Tiyatroya dair önümüzdeki döneme dair planlarınız nelerdir?
Ya, evet… Önümüzdeki dönemin ne zaman olacağını bilemediğimizden plan da yapamıyoruz pek. Zaten epey ara verdiğim için tekrar tiyatro sahnesine ne ile döneceğim diye bir kaygım vardı açıkçası. Bir oyun için hazırlanıyorduk ama o proje pek çok sekteye uğramışken bir de pandemi dönemi girdi araya. Başka projelere de bakıyorum. Ama açıkçası, şu an ne seçtiğim bir proje ne de belirlediğim bir zaman var.
Pandemi, pek çok sektörü olduğu gibi tiyatro sahnelerini ve emekçilerini de derinden etkiledi. Özellikle bağımsız sahneler zor durumda; bir yandan da dijital üzerinden yani bir ekran karşısında oyunlar izlenmeye ve sergilenmeye başlandı. Bu yanıyla da pandemi sonrasında izleyiciler üzerinde bir etkisi olabileceği konuşuluyor tüm dünyada. Siz neler düşünürsünüz pandeminin sahnelere etkisine ve pandemi sonrası süreçte tiyatro ve sinema salonlarının yaşayabileceklerine dair?
Kısa vadede elbette salonlara gitmek zor ve bir süre daha zor olacak gibi. Ama bir arada bir şey izleme geleneğinin, alışkanlığının yok olacağına hiç inanmıyorum. Seyirci daha da özlemle koşarak gidecek salonlara… Dünyada tek tük örnekleri de görülmeye başlandı. Hemen gelecek yıl olur mu bilemem ama sinema ve tiyatronun altın çağına döneceğine eminim.
Sizinle bir araya gelmişken kadın oyuncu olmak üzerine de biraz konuşmak isterim. Bitmeyen bir güzellik algısı dayatılıyor kadınlara; tüm toplumda ama özellikle ekranda ve sahnede yapılan mesleklerde. Siz usta bir oyuncu olarak kişisel serüveninizde neler yaşadınız bu algıyla, bitmek bilmeyen beklentilerle ilgili?
Hiçbir zaman, oyuncu olarak “güzel kadın” rolüyle bir projede yer almadım. Oyunculuktaki hedefim, “en güzel olmak” değildi. Yer aldığım projelerin de yapımcıların da öyle bir beklentisi yoktu. Ama tabii dediğinizi çok iyi anlıyorum. Komedide bu beklenti yok. Hatta güzel olmamak avantaj gibi görünür komedide. Var olan fiziksel özelliklerimiz neyse, onu yeteneğimizle birleştirmeliyiz. Tabii ki bazı roller belli fizyolojik özellikleri gerektirir. Genç bir adam lazımdır, şu şu görüntüdedir, bir anneanne lazımdır. Ya da görür görmez âşık olunacak güzellikte bir kız lazımdır, o zaman tabii ki olabilir. Ama bir oyuncuyu güzel ya da çirkin yapan şey yeteneğidir. Hatta şöyle bir düşünecek olursak oyunculuğuna, oynadığı rollere, yarattığı karaktere hayran olduğumuz aktörlerin asla güzel mi veya çirkin mi olduğunu düşünmeyiz. Bu bizim aklımıza gelmez bile. O yüzden bence bu fizyolojik özelliklere takılmamak lazım. Tek malzeme fiziksel özelliklerse oyuncu olmak için yetenek sınırlıysa iş o zaman zorlaşır, o zaman o kişinin yapabileceği işler sınırlı hale gelir. Güzel olmak ya da olmamak bir sınava dönüşüyor. Aslında sadece iyi görünmek, iyi hissetmek çok önemli insan ruhu için. İyi görünmenin tek tip bir algı içinde olması zarar veriyor hepimize. Son 10 yılda bence dünya bu konuda epey yol katetti. Minicik bir yol ama geçmişe nazaran çok iyi. Ben kadının kendi doğal güzelliğini, en iyi hissettiği haliyle korumasından, bunun peşinde olmasından yanayım. Elbette bir de pandeminin bize öğrettiği, kafamıza dank etmesini sağladığı gerçek var: Sağlıklı olmak, dinç olmak en önemlisi.
40-50 yaş, insan hayatının genç bir evresi aslında ama bu yaşlara gelince ve ilerleyince dergilerin kapakta yer vermeleri de azalıyor, reklam-marka teklifleri, gelen senaryolar da… Tüm bunlarda nasıl değişimler yaşanıyor?
Günlük hayatın içinde aktif olan yaş grubundan çıkıldığı içindir belki de… Yani 50 yaşında kariyer peşinde koşmadığımızdan, aşk kovalamadığımızdan bu yaşın dahil olacağı hikâyeler de azalıyor. Ama belirli yaşlarda belirli şekillerde görünme durumu da hem daha sağlıklı olarak hem kendine iyi bakarak hem modanın imkânlarıyla değişti. Yaşa dair kalıp beklentiler, güzellik/yakışıklılık kadar kısıtlayıcı ve önyargılı. Dünyanın bu konuda da belirli farkındalıklardan geçmesi gerekiyor, ki bence geçiyor da.
Dergi kapağı olma meselesinde şahsi bir cümle de etmesem olmaz, size teşekkür edeyim öncelikle. Hiçbir zaman dergi teklifleri kapıya yığılmadı. Türk dergi sektörünün 12 aya dağıtılmış “10 isim+4 tane de yenilerden kimi ekleriz” listesinde hiçbir zaman olmadım. Çok da önemsemedim, öyle bir beklentim olmadı. Ama 35 yılı devirmiş meslek hayatımda, çok beğenilen ve popüler olan işlerimin yanında güzelliğimle değil, iyi görünen ve fiziği hoş bulunan bir kadın olarak, lafı geldiğinde hep dünyadaki muadillerimle kıyaslanıp övüldüm. Bunu genellikle gazete ve televizyonlardaki arkadaşlarım ve meslektaşlarım yaptı. Ama Türk dergi sektörü için hiç o listeye dahil olmadım. Ben onlar için hep, “Usta oyunculara bir sorumuz var bu ay, siz de yanıtlamak ister misiniz?”, “Bir anket çalışmamız var, çok kaliteli isimlerle yapacağız, sizin de olmanızı çok arzu ederiz” kategorisindeyim…
Genelde genç erkeklerin ve genç kadınların hikâyeleri anlatılıyor. Ancak dünyada son yıllarda pek çok dizi ve filmde 50 yaş üstü insanların hayatları merkeze alınıyor. Onların aşk, meslek, yaşam döngüleri anlatılıyor. Ülkemizde bu anlamda bir eksiklik olduğunu düşünüyor musunuz? Biz neden hep aynı yaşları anlatmak, izletmek istiyoruz sizce?
50 yaş üzerinin gerçek hayatta farklı bir hikâyesi var mı ki? Hayat döngüsü konusunda klişelere, kalıplara bağlı bir coğrafyayız maalesef. Tekil örnekler az sayıda olunca bu konuda hikâye de az oluyor maalesef. Nadide Hayat, bu konularda bence iyi bir örnek. Hükümet Kadın da öyle. Her ikisinin de gerçek hayatlardan esinlendiğini düşünürsek bir yerlerde bu hikâyeler yaşandıkça film olma olasılıkları da yükseliyor diyebiliriz. Beni yolda çevirip bu hikâyelerden aldıkları ilhamı anlatan çok kadın oldu mesela… Belki de artık bugünlerde o ilhamı alan kadınların hikâyeleri bir yerlerde fark yaratıyordur. Birileri de o farklı hayatları yazıyordur. Hayat döngümüz değiştikçe, toplum hafızamıza yeni bilgiler girip o bilgiler kalıpları değiştirdikçe yeni hikâyeler de izleyeceğiz…
Dijital platformların da artmasıyla gençler daha fazla ilgi duymaya başladı dizi-sinema sektörüne. Artık oyuncu, senarist, yönetmen olmak isteyen, bunun için çalışan daha çok genç var. Siz sahnede, ekranda, sinemada çok deneyimli bir oyuncu olarak bu sektörleri hedefleyen gençlere neler önerirsiniz? Nereden başlamalı, nelere dikkat edilmeli?
30-40 yıl önceye göre çok avantajlılar. Fark edilmek artık çok daha kolay günümüzde. En iyisi olmak, bir işi çok sevmek için yola çıksınlar öncelikle. Çok okumadan, çok izlemeden olacak işler değil. Yeteneğe de bağlı bir sektör, yani oyuncu olmak için de ışıkçı olmak için de hem yetenek hem eğitim gerekiyor. Eğitimi yadsımasınlar, artık bu konuda da seçenek çok. Üniversite, özel kurslar, akademiler. İmkânları, vakitleri neye yetiyorsa dahil olup çevre edinsinler. Sosyal bir meslek bu, CV’nizde yazanlara bakıp kimse almıyor sizi. Çok mail de geliyor bana, “Abla, arkadaşlarım çok gülüyor bana, elimden tutar mısın?” diye. Öyle bir şey değil ki bu. Neyine gülüyorlar, ne yapıyorsun da gülüyorlar, oraya çalış, eğitimini al, dahil ol. Artık ülkenin bir ucunda otururken bile sektörün merkezindeki pek çok eğitime online katılmak mümkün. Dahil olmak, video çekmek, izletmek mümkün. Bir kare fotoğraf çektirmek için fotoğrafçıya giderdik düşünsene… Şimdi elindeki telefonla film çekip montajlıyorsun. Ama okumadan, izlemeden zor. Yetenek, eğitimle birleştiğinde fark yaratır, uzun soluklu olur.
Dijital platformlar özellikle sinemaya yeni bir boyut getirdi. Sinema salonları yerine bu platformlarda yayına giriyor filmler. Siz de bunu Dokuz Kere Leyla filmiyle tecrübe ettiniz. Pandemiyle dijital platformlar sinema için de farklı bir önem kazandı. Nasıl etkileri olacak sizce?
Pandeminin kazananı: 1- Ekşi mayalı ekmek, 2- Dijital platformlar, 3- Maske ve kolonya markalarıdır… Şaka bir yana, 2020 yılının şartları bunu getirdi. Evde otururken seçeneklerimiz daha da çoğalacak ama sinema salonlarına döneceğiz. Benim bu konuda tek endişem, sürecin ne kadar uzayacağı. Az önce de söyledim, hep birlikte bir şey izleme ihtiyacı bitmez. Bitseydi 2. yüzyılda inşa edilmiş Aspendos ve onun gibi yüzlerce antik tiyatro bugün hâlâ kullanılıyor olur muydu? Dünya yüzyıllardır kaç pandemi, kaç afet, kaç savaş gördü? 2020 yılı itibarıyla “birlikte izleme” alışkanlığının tarihin tozlu sayfalarına gömüleceğini sanmıyorum. Buna da denk gelmiş olamayız. Şekli biraz değişebilir, sayılar azalabilir, artık maskeli izlenebilir vs… Ama tiyatro ve sinema devam eder. Dijital platformlar için de sinema için de filmler üretilmeye devam edilir. Daha çok üretilir, daha çok tüketilir, sektör büyür, daha çok insan dünyanın dört bir yanında daha çok senarist olur, daha çok oyuncu olur, daha çok reji asistanı olur.
Yeni bir sinema filmi planınız var mı? Ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz şu anda sinemaya dair?
Bu yaz sette olacağım. Birkaç farklı proje var, yaparız diye konuştuğum. Biri Ata Demirer ile. Yazdı bir şeyler. Ama şimdiden söyleyeyim, Eyvah Eyvah değil. Herkes gibi biz de “Dördüncüsü olsa ya,” diyoruz ama içimize sinen bir hikâye olmadı o tarafta henüz. Ata başka bir hikâye yazdı, büyük ihtimal bir aksilik olmazsa onu çekeceğiz. Birkaç tane de henüz pişme aşamasında olan proje var. Dijital platformlar için çok genç bir yazarla prensipte anlaştım. Tam da az önce bahsettiğimiz gibi, ileri yaş dönemine dair bir hikâye. Eğer şartlar uyarsa ona dahil olabilirim.
Bu zamana kadar en unutulmaz, en etkilendiğiniz hayran anınız nedir?
Çok fazla hayran anım var ama hem basit hem sempatik en kısa olanını söylemem gerekirse: Bir alışveriş merkezinde yürüyen merdivende yukarı çıkmak için dururken 30-35 yaşlarda, takım elbiseli genç bir adam da benim önümdeydi. Etrafa bakınırken kafasını arkaya çevirip göz ucuyla beni fark etti. Tekrar dönüp baktı, beni tanıyınca yüzüne bir gülümseme geldi ve önüne döndü. Bir saniye geçti geçmedi yüzünü bana döndü. “Burada bile size arkamı dönerek merdivenden çıkmak istemem,” dedi ve kata gidene kadar merdivende öyle durdu. Sonra yine göz ucuyla baktı. “Saygılar Demet Hanım,” dedi ve yürüdü. Birkaç yıl önce başıma gelen bu olay çok hoşuma gitmişti.
Biraz da Oyuncular Sendikası’nı konuşmak istiyorum. Zor bir dönemde sendikanın başkanlığını yürüttünüz. Oyuncular Sendikası’ndaki bu deneyim size neler kattı? Oyuncuların sendikal mücadelesi ne durumda, kazanımlar neler?
Bizim ciddi bir örgütlenme sorunumuz var. Gönüllülük ilkesiyle yürüyen bir yönetim kurulu ve bağış ve aidat sistemiyle yaşayabilen bir sendika var. Oyuncular, “Bu sendika bizim ne işimize yarayacak ki?” sorusunu soruyor. Burada, sektörümüzü uluslararası standartlara taşıyabilmek için çalışıyoruz. Hayal ettiğimiz sektörü yaratabilmek için yapısal pek çok sorunu çözmekle uğraşıyoruz. Meslektaşlarımız bunları görmekte ve anlamakta zorlanabilirler çünkü gerçekten çok teknik meseleler. Buradan meslektaşlarıma sitem etmiyorum, onlara da hak veriyorum. Tabanımızda çok farklı anlayışlar ve bakış açıları sözkonusu, bu da çok normal ama ortak çıkarlarımız etrafında bir araya gelmeyi öğrenmemiz çok önemli. Meslektaşlarımız yanımızda olmayıp sendikaya omuz vermediklerinde yürütmemiz gereken pek çok işi de yürütemiyoruz. Örneğin sendika için aidat demek aidiyet demektir. Hepimiz artık çeşitli dijital platformlara üyeyiz ve buralara para ödüyoruz. Peki, mesleğimiz için çalışan bir kurumun aidatlarını ödemek neden bu kadar zor? Elbette zor durumda olan meslektaşlarımız var, ekonomik durumu iyi olan meslektaşlarımız aidatlarını ödeseydi bu arkadaşlarımıza da destek olabilirdik. Umuyorum ki bir gün, “Bu sendika bizim ne işimize yarayacak ki?” sorusunun cevabını tabanımızın kendisi verecek.
Mutlaka oynamak isterim dediğiniz bir roman kahramanı ya da gerçek bir kişi var mı?
Oynamak istediğim bir şeye kendimi hedefleyip de yapamazsam o hayal kırıklığı olur. O yüzden hiç sınırlamam kendimi rol konusunda. Belirlediğim, “Ah, şu da olsa” dediğim bir karakter yok. Ben bir karakteri kendim yaratmayı, kendimce yorumlamayı seviyorum. Yaşamış, bildiğimiz, tanıdığımız, hâlâ yaşayan ya da kaybettiğimiz birini oynamadım. İlginç olabilir, böyle bir durumu da deneyimlemek isterim ama şu an hayalini kurduğum böyle biri yok.