Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Durduğum Yer, Sustuğum Şey, Bildiğim Başka Yol Yok*
İngiliz polisiye dizilerinin ve canımın içi klişelerinin büyük hayranıyım. Özellikle taşrada geçen hikâyeler gözbebeğimdir. Drone kamerayla çekilen ve “Bakın, Birleşik Krallık ne kadar yeşil, doğal güzellikleri de bir içim su,” diyen orman görseli kutsalımdır. Ciğerimizi sökmek için çocuk veya kadın kurban seçen, kalbimizi kurutmak içinse adaletin tam aradığı yeri bulup çökeceği sırada sanığa “yorum yok” dedirten canım İngiliz polisiyesi. Katil bulunur ama kadın dedektifin takım elbise renginin, grinin hangi tonu olduğu sırrını hep korur. İzleyiciye önce, “Benim başıma gelseydi ne yapardım?” sorusunu sordurur, sonra da “Oh be, iyi ki benim başıma gelmedi!” noktasına doğru, pestili çıkmış bir şekilde şutlar. Tek sezon ve üç beş bölümlük ömrüyle bir paket çekirdek yeme süresine sığar o koskoca gövdesiyle. Zaten bir sezondan fazla sürseydi, gönüllerin efendisi Broadchurch hazretleri gibi olsaydı hepsi, buna yürek falan dayanamazdı.
Bu girişin beni götürdüğü yeri henüz bilmiyorum ama sanki The Pact’e biraz kızıp sonra da, “Tamam, hadi gel sarılalım,” deyip barışacağız gibi duruyor. Hadi bakalım, buyurunuz.
Dizinin konusundan başlayalım. Yazmakta en zorlandığım kısımdan. Biri ölüyor. Galler’de bir ormanda. Dizinin açılış sahnesinde gördüğümüz, o yukarıdan çektikleri güzelim ormanda üstelik. Sonra anlıyoruz ki meğer ölmemiş, öldürülmüş.
Klişeler tanrısına kurban verilen bu sahneleri biraz daha açayım ki, özet kısmını alnımın akıyla geçebileyim.
Babasından görevi devralan, bira fabrikası sahibi sevimsiz genç vâris Jack, kendisini sevmeyen onlarca çalışanıyla şirketin 100. yıl kuruluşunu kutlamak için fabrikada parti düzenler. Jack sadece sevimsiz değil, küstah, şımarık ve uyuşturucu bağımlısıdır da. Huyu, suyu, kimyası farklı, birbiriyle arkadaş beş kadın da bu fabrikada çalışmaktadır ve o akşam onlar da partidedir. Kadınlardan biri de Jack’in halasıdır. Sadece bir fıkrada ya da bir işyerinde arkadaş olabilecek bu beş benzemez, Jack gıybetiyle geçen partide hiç eğlenmezler.
Dizinin ilk 20 dakikası boyunca Jack’in ölümü hak eden bir pislik olduğuna izleyiciyi yeterince ikna edemediğini düşünen senaristimiz, son vuruşu yapar ve fabrikanın otoparkında Jack’in bu kadınlardan birini taciz ettiği sahneyi yazar. Bunu gören kahramanlarımız adama gereken dersi verir. İki tokat ve biraz itişme sonrası kızımızı kurtarırlar elinden. Uyuşturucu ve alkolün etkisiyle ayakta duramayan, yarı baygın Jack’i gören arkadaşlar ona bir şaka yapmaya karar verirler. Güldürmediği gibi düşündürmeyen şaka planı, Jack’i ormana götürüp yarı çıplak pozlarını çekerek sosyal medyada paylaşmaktır. Yazarken bile sıkıldığım bu aşırı komiksiz şakayı yapacak karakterleri yazma motivasyonun nedir acaba ey senarist! Neyse efendim, kahramanlarımız Jack’i alırlar ve arabanın bagajına atarlar. Yarı çıplak poz da ne ola ki diye hiç heyecanlanmayın, lakin bir minik don dekoltesiyle taçlanan sahnemiz arka fonda kikirdeyen müzik sayesinde, yapılan şakadan daha komik bir hale dönüşür. A, bu arada kadınlarımızın bir adı da vardır elbette. Anna (Laura Fraser), Louie (Eiry Thomas), Nancy (Julie Hesmondhalgh), Cat (Heledd Gwynn) ve Tish (Aneurin Barnard).
Bundan sonra yola bu isimlerle devam edeceğiz. Jack’i ormanda yarı baygın, kolları arkadan bağlı bir şekilde bırakıp dönen şakacı, haylaz kadınlarımızdan Anna ve Nancy’nin içi rahat etmez ve ormana dönüp Jack’i getirmek isterler. Giderler ve bir de ne görsünler, adam ölmüş. Bir adama, yarım saatliğine bile sahip çıkamamış bu ormana lanet okumamak mümkün mü? Hiçbir şey olmamışçasına, yarınlar yokmuşçasına evine döner herkes. Ve izleyici için de, “Ay, iyi ki onların yerinde değilim!” kısmı başlamış olur.
Bazen katilin kim olduğuna kafa yorarken bazen de kadınlarımızın az hasarla hayatta kalmasına duacı oluyoruz.
Beşinci bölüme kadar her bölümün finali güzel bitiyor. Aralarda umut veren çalımlar olsa da senaristin en lezzetli dokunuşu hep son dakikalarda oluyor.
The Pact’in bazı bölümlerinde, senaryodaki eksiklik ve aksaklıklara rağmen, kalbe dokunan birkaç sahne var ki epey yürek sızlatıyor. Bilinçli bir kaşıma hali gibi de gözükse amacına ulaşan ve insanı hüzne boğan bu duygusal sahneler için kimseyi suçlamayacağım. Yeniden merhaba klişeler tanrısı!
Projenin birkaç mutluluk sebebi var ki o da “seni gördüğüme sevindim üstat” dediğim oyuncuların varlığı. Mark Lewis (Peder Martin), Julie Hesmondhalgh (Nancy), Eddie Marsan (Arwel) gibi. Fakat gönlümün sultanı Julie Hesmondhalgh (Nancy). Zayıf senaryo bile gölge düşürmemiş oyunculuğuna.
Başroldeki Laura Fraser’i ise çok sevdiğim Breaking Bad ve The Missing’de rol almasına rağmen hatırlayamamışım. Üzgünüm Laura, geçmiş olsun.
The Pact’in çekimlerine Mart 2020’de başlanması planlanmış ve her şey ona göre hazırlanmış. Fakat Birleşik Krallık, Covid-19 nedeniyle ülkeyi 2020’nin Mart ayında kapatınca 2019 yılında kurulan ve BBC’ye proje yapma şansı yakalayan firma için çok büyük şansızlık olmuş. Virüsten korunmak için güvenli bir ortamda dizi çekmeleri maliyeti çok fazla yükseltmiş. Covid-19 yüzünden yaşadıkları bu zorlukları hikâyelerine taşımayı düşünseler de vazgeçmişler ve birkaç sahnede ufak bazı göndermelerle Covid-19’dan söz edip yola devam etmişler. Mesela Cat’in, sevmedikleri mesai arkadaşları Mandy’ye, “Covid Mandy, iyi olduğu tek şey insanları enfekte etmek,” demesi gibi. Ya da hastanedeki Louie’nin elini sıvı dezenfektanla temizlemesi gibi. Hayatımızda uzun zamandır büyük yer kaplayan Covid-19 ile bir dizide karşılaşma fikri bana pek iyi gelmedi. Bari oraya bulaşma demek istiyor insan.
Dizinin finalini sevmedim ama siz sırf finali için izleyin. “Bu olay benim başıma gelseydi ne yapardım?” demek için izleyin. Kefaret kelimesinin anlamı için izleyin. İyi seyirler…
*Cem Adrian