Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
‘Saltburn’: Tumblresk bir ‘Parasite’
Emerald Fennell ya Parasite‘i tamamen yanlış anlamış ya da yoksulların sözde nazik ve eli açık zenginlere karşı çok kaba davranan aşağılık, kötü yaratıklar olduğunu düşünecek kadar faşist bir yönetmen. Cevap her ikisi de olabilir.
Biraz sert girdiğimin farkındaydım. Ancak Fennell’in epey ses getiren filmi Saltburn, nezaketi hak etmiyor. Barry Keoghan, Jacob Elordi, Rosamund Pike gibi isimlerin rol aldığı bu yapım, Oxford Üniversitesi’nde okurken yaz tatili için aristokrat bir arkadaşının devasa malikanesine konuk olan bir gencin hikayesini konu alıyor. Kulağa ilgi çekici gelse de yönetmenin belki topluma yabancılığı (veya düşmanlığı) belki de yalnızca yeteneksizliği, bu filmi ne anlatmak istediğini bilmeyen, insan düşmanı ve karikatür bir yapım haline getiriyor.
Yazının devamında spoiler’lar ile karşılaşabileceğiniz konusunda sizi baştan uyarayım!
Sosyo-ekonomik sınıfsal hareketliliği olmayanlar için üst sınıf tarafından yapılan sınıfsal bir hiciv (!)
Saltburn öyle bir film ki, sonunda insan cringe hissetmekten kendini alamıyor. Bu film, karakterlerine ne kadar saygı gösteriyorsa izleyicisine de anca o kadar saygı gösteriyor: çoğu karakter filmin kendisi kadar düz.
Film, eğer bir üst sınıf eleştirisiyse fena halde başarısız oluyor. Zengin Catton ailesi, filmin sözde eleştiri nesnesi. Ancak bu aile, “eat the rich” hiciv türünün görüp görebileceğimiz en kibar aristokratları. Bazen acımasız olduğunu gördüğümüz karakterlerin acımasızlıkları sadece umursamazlıktan kaynaklanıyor. Büyük ölçüde apolitikler ve duyarsızlıkları kötücüllüklerini göstermeye değil, güldürmeye yönelik.
Sıkıcı ve yavan sınıf yorumlarına fazlasıyla doymuş sinema dünyasında Fennel’in tek boyutlu kötü üst sınıf ve tek boyutlu iyi alt sınıf klişesini altüst eden bir film yapma cesaretini takdir etmeliyiz belki de. Öyle mi? Sorun şu ki bu filmde bir alt sınıf yok. Saltburn‘ün sözde yoksul karakteri Oliver’ın da şok edici bir twist ile beraber aslında orta-üst sınıfa mensup olduğunu öğreniyoruz. Ancak filmdeki orta-üst sınıf da yalnızca biraz kötücül. Galiba sinema dünyasında sınıfsal eleştirilere beş yıllık küresel bir yasak getirilmeli ya da en azından, şımarık bir Oxford mezununun İngiliz toplumunun tam da bu mensubu olduğu kesimini yerden yere vurmayı amaçlayan bir film yazıp yönetmesine izin verilmemeli.
Filmde her şey sözde “alt sınıf” öfkesiyle ilgili. Ancak Fennell’in anlatıyı kurgulayışı, Saltburn‘ü bir sınıflar eleştirisi yerine bunun epey iğrenç bir taklidi haline getiriyor. Çünkü Fennell, bir sınıf eleştirisi yapmanın gerektirdiği motivasyondan yoksun. Bu nedenle yalnızca eleştirir-miş gibi yapıyor ve ortaya Parasite olmaya niyetlenmiş ama olamamış bir garabet çıkıyor.
Yine de Fennell’ın tutarlı olduğu bir şey var. Bir röportajında “Bu filmde insanlar hakkında hissettiklerimizle ilgili dürüst olmayan hiçbir şey yok,” diyor. Bu konuda haklı: Promising Young Woman‘da olduğu gibi, Fennell’in bu filmi de hiç değilse samimi! Sadece, kendi sınıfsal nevrozlarının tek taraflı olarak insan davranışlarına da uyarlanabileceğine inanıyor gibi görünmesi üzücü. Fennell, Darren Aronofsky ile beraber bu dönemin en sıkıcı insan düşmanlarından biri!
Saltburn, arthouse estetiğinin mide bulandırıcı bir parodisi
Umutsuzca çılgın, aykırı ve seksi olduğuna inanmamızı isteyen Saltburn’ün arzu ve yakınlığın somut gerçekleriyle o kadar az ilgisi var ki film bittiğinde Fennell’in söz konusu “çılgın” sahneleri chatgpt’ye yazdırıp yazdırmadığını merak etmeye başlıyorsunuz.
Saltburn, şimdiye kadar gördüğüm en duygusal/fizyolojik olarak seks içermeyen “queer” film olabilir. Sadece estetiğe önem veriyorsanız veya daha önce hiç seks yapmadıysanız bu filmin pekala seksi olduğunu düşünebilirsiniz. Sanki her şey koyun postuna bürünmüş ama kurt aç bile değil, sadece sıkılmış ve koyun postu giyerek ne yaptığını bilmiyor.
Filmde neredeyse tüm kompozisyonlar aşırı detaylandırılmış. Detaylar dikkatimizi çekiyor. Ancak Fennell, karakterler hakkında edindiğimiz en bariz bilginin dışında hiçbir şeyle ilgilenmek istemiyor. Film, Felix’i tanıttıktan sonra onların arkadaş olduğunu zaten bir gerçek olarak kabul ediyor. Söz konusu arkadaşlığın ilerlemesine bile gerek kalmıyor. Çok yüzeysel ama aynı zamanda tüm bu yüzeyselliği karakterlerin zihniyetinin bir yorumu ve uzantısı olarak gösterme çabasında.
Ne var ki sonunda kimin bakış açısını özümsediğimizi anladığımızda, twist her şeyi hiçliğe indirgiyor. Filmde tüm kurgu twist’i bilmemek üzerine kurulu ve film her bakışta kendi mekanizmasını zorluyor. Birinci, ikinci ve üçüncü perdeler arasındaki ton tutarsızlıkları da oldukça sinir bozucu. Karakter gelişimini destekleyecek hiçbir şey sunulmuyor. Seyircinin katilin kim olduğuna dair kendi yargılarını oluşturması için hiçbir ipucu vermeyen kötü bir cinayet gizemi gibi. Sadece “Evet, tamam, sanırım bu mantıklı,” dememiz için geriye dönük bazı argümanlar sunuyor. Filmin “gösterme – söyle”ye olan bu bağımlılığı, Oliver’ın film boyunca ortaya çıkan ana komplosunu itiraf etmesiyle en kötü halini alıyor.
Filmin gerçek bir türü, akışı, gerilimi ya da motivasyonu yok. Her bir olay, sadece böyle bir filmde muhtemelen olması gereken türden bir şey olduğu için yazılmış gibi. İşin ironik yanı, filmin elle tutulur tek tarafının da bunun yarattığı tekinsizlik olması.
Tumbleresk bir film
Emerald Fennell, tıpkı ilki gibi ikinci uzun metrajında da insanların neden hikaye anlatmaya zahmet ettiklerini anlayamıyor gibi görünüyor. Belki de şimdiye kadar çekilmiş en -mış gibi yapan ve tumblresk film olabilir Saltburn. Çünkü her replik fanfiction’dan alınmış ve her çekim sosyal medyada paylaşılmak için yapılmış gibi hissettiriyor.
Birçok inceleme ise filmin aslında sembolizmle dolu olduğunu anlatıyor. Ancak film ne kadar çabalarsa çabalasın, “Vay canına, iki ana karakterin melek ve şeytan kılığına girdiği bir kostüm partisi mi var? diye sordurmanın ötesine geçemiyor. Daha afili olsun diye mitolojik hikayelerin Vikipedi sayfaları kurcalanmış. Ne var ki film bu konuda da başarılı olamıyor ve mitoloji de, Felix’in öldürüldüğü sahnede, bir başka sahte imgeye indirgeniyor.
Üstelik filmde tuhaf olay örgüsü boşlukları var. Bir sahnede, Venetia önceki yaz Felix’in başka bir arkadaşının Saltburn’de kaldığından bahsediyor bununla beraber aile arasında yüzeyin altında bir karanlığın gizlendiğine inandırılıyoruz ama film buna hiç değinmiyor.
Olay örgüsündeki boşluklar, yüzeysel karakterler, motivasyonsuzluk ve manasız sembolizm çabaları bir yana, filmin teknik yaklaşımı da anlatıya hizmet etmiyor. Fennell, filmi 4:3 ekran oranında çekmiş. İnsan merak ediyor: Niçin?
Tüm bunlar bir araya geldiğinde ortaya stilistik ama Tumblresk bir film çıkıyor. Saltburn, tabiri caizse boyanmış ama içi boş bir sandık. Bana kalırsa, bu sandığı açmanın hiçbir gereği yok. İzlemeyin demiyorum ama siz yine de izlemeyin!