Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Engin Benli ile Kariyerini, ‘Kanıt’ ve ‘Prens’ Dizilerini Konuştuk!
Onu en çok Kanıt dizisindeki rolüyle tanıyoruz… Ancak Engin Benli, tiyatro kökenli bir sanatçı olarak başka birçok oyunda, filmde ve dizide yer aldı. Engin Benli’yi ekranlarda ilk olarak Polis filmiyle gördük; sonra Kanıt, ardından Poyraz Karayel ve Muhteşem Yüzyıl: Kösem gibi diziler geldi. Şimdilerde ise Engin Benli’yi yepyeni bir dizide görmeye hazırlanıyoruz: Son dönemin en iyi komedilerinden olan ve 9 Nisan’da BluTV ekranlarında bir kez daha izleyicilerle buluşacak Prens’in ikinci sezonunda!
Bu vesileyle biz de Engin Benli ile kariyerini, Kanıt fenomenini ve Prens dizisindeki yeni rolünü konuştuk. Keyifli okumalar…
Fotoğraflar: Muhsin Akgün
Engin Benli: “Oyunculuğa tiyatro ile başladım ve halen tiyatronun benim için ayrı bir yeri var, dediğim gibi tiyatroyu çok seviyorum. Ama Kanıt televizyon aracılığıyla seyirciye ulaşan ilk işim.”
Öncelikle yıllar öncesine gidelim, oyunculukla tanışmanıza… Tiyatro kökenli bir aktörsünüz. Oyunculuk tutkunuz ne zaman başladı ve bu mesleği profesyonel olarak benimsemeye nasıl karar verdiniz?
Oyunculuk serüveni elbette okul yıllarında başladı; şiirler, şarkılar, taklitlerle. Daha sonra İzmir Devlet Tiyatrosu’na girdim ve Eskişehir Anadolu Üniversitesi Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nü kazandım. Mezun olduktan sonra Bursa Devlet Tiyatrosu, Ankara Devlet Tiyatrosu ve hâlâ görev yapmakta olduğum Kocaeli Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk serüvenim devam ediyor. Tabii tiyatro sahnesinde olmamın yanı sıra televizyon, dijital platformlardaki projeler ve sinema filmleriyle de ekranlardayım.
Ustam ya da idolüm dediğiniz kimse var mı?
Elbette İzmir Devlet Tiyatrosu’nda beni konservatuara hazırlayan Ümit Bakış ve daha sonra okul yıllarında bana çokça emeği geçen rahmetli Ergin Orbey hocam ve yine nurlar içinde yatsın Müşfik Kenter.
1990’lar, Türk sinemasının yükseliş dönemiydi. Bu on yılda birçok önemli bağımsız film çekildi ve bugün bunları Türk sinemasının mihenk taşları arasında sayıyoruz. Siz o yıllarda tiyatro oyunculuğu yapıyordunuz. 1990’ları bir tiyatro oyuncusunun gözünden bize anlatır mısınız?
1990’lı yıllarda Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde öğrenciydim, elbette en büyük etkinliğimiz Eskişehir’e gelen oyunları izlemekti. Yılmaz Büyükerşen hocamızın destek verdiği okulumuzdan otobüslerle Ankara’ya, İstanbul’a oyun izlemeye giderdik ve tabii ki o dönemde şehrimizde iki tane sinema vardı, zaman buldukça en büyük keyfimiz sinemaya gitmekti.
Sporculuk geçmişiniz de var, hem de epey! Aktörlerin özellikle eskrim gibi postüre katkısı olan sporlarla ilgilendiği bilinir. Sporun oyunculuğunuza katkısı oldu mu?
Spor, hayatımda her zaman oldu. Konservatuardan önce futbol, basketbol, tekvando ve boks sporlarıyla ilgilendim. Konservatuara girdiğim anda hayatıma eskrim de girdi. Bana eskrim çok farklı bir spor dalı olarak göründü ve çok ilgi duydum. Hocamız Zeki Tümlü’nün eskrimle ilgilenmemde çok etkisi oldu ve çeşitli müsabakalara girdim. Ankara, İstanbul ve Eskişehir’de kupalar kazandım, üniversiteler arası müsabakalara katıldım ve milli sporcularla karşılaştım.
Tabii ki ilerleyen zamanlarda ve oyunculuk hayatımda, gençlik yıllarımda sporla ilgilenmenin çok iyi etkilerini gördüm. Basketbol, yüzme ve at binmeye devam ediyorum.
Şimdiye kadar tiyatro sahnesinde oynamaktan en keyif aldığınız oyun ve karakter ne oldu?
Yapım ve karakterim gereği sanırım tiyatroyu, sahnede olmayı çok seviyorum. Tabii ki tiyatroyu bu kadar sevmemde, yer aldığım oyunlardaki yönetmenlerin de çok payı var, oynadığım her oyundan keyif aldım. şıl Kasapoğlu’nun Hamlet’i, Malcolm Keith Kay’in Üç Kuruşluk Opera’sı ve Danial Sulie’nin yönettiği Don Juan benim için muhteşemdi…
Filmografiniz çok geniş değil ama ünlü bir işle başlıyor: Polis. Bu filmde Haluk Bilginer, Sermiyan Midyat, Settar Tanrıöğen gibi önemli isimlerle çalışma fırsatı buldunuz. İlk filminizde bu isimlerle çalışmak sinema oyunculuğuna adapte olmanıza yardımcı oldu mu?
Evet, ilk filmim Onur Ünlü’nün yönettiği Polis oldu ve Haluk Bilginer ile tek sahnem vardı. Bir günde çektik ve bitti. Ne oldu şimdi, bitti mi dedim.
Sinemaya ve televizyon dünyasına Polis filmiyle adım atmanız bence çok ironik. Sizi şöhrete taşıyan da bir polis rolü oldu: Kanıt’ın Orhan’ı. Galiba annemin en sevdiği Türk dizi karakteri! 🙂 Kanıt’ın gördüğü ilgi sizi şaşırttı mı? Tekrarları halen izleniyor…
Polis filmiyle başladım ve Kanıt dizisiyle devam ettim. Abdullah Oğuz’la yazlık bir dizi diye başladık ve çok sevildi, üç sezon sürdü ve hâlâ TV2’de tekrar tekrar izleniyor.
Kanıt dizisi gerçek vakaları işliyordu. İnsanların ne kadar canileşebildiğine aslında yakından tanık oldunuz. Sizi en çok dehşete düşüren, aklınızdan bir türlü çıkmayan ya da şaşırtan vaka hangisiydi?
Kanıt dizisini 100 bölüm çektik ve birbirine benzeyen hiçbir vaka yoktu, hepsi farklı bölümlerdi ve her bölüm sinema tadında çekiliyordu ve son buluyordu. Elbette Sevil Atasoy’un arşiviyle donanımının diziye çok katkısı oldu. Biz de, bakalım bu hafta hangi cinayeti nasıl çözeceğiz, diye merakla gidiyorduk sete. Öğrendiğimiz, şaşkınlıkla karşıladığımız birçok vaka oluyordu ve gerçekten her seferinde bizi hayrete düşürüyordu. Vakaların çok farklı konuları olduğundan bir tane seçemeyeceğim ama eklemek isterim ki, ”kusursuz cinayet yoktur”. 🙂
Polis ve Kanıt’tan önce polisiye türüne ilginiz var mıydı? Sizce suçu bu kadar ilgi çekici kılan ne?
Suçu hiçbir zaman ilgi çekici bulmadım, bulmayacağım da, bence hiç kimse de bulmasın güzel ülkemde.
Kanıt’ın yanı sıra Poyraz Karayel de Türk izleyicisinin sizi iyice tanımasında önemli rol oynadı. Muhteşem Yüzyıl: Kösem ise uluslararası bir bilinirlik kazanmanızı sağladı. Kariyerinizin dönüm noktası olarak hangi işi görüyorsunuz?
Aslında bu sorunun içinde cevabı veriyorsunuz öyle değil mi? 🙂 Oyunculuğa tiyatroyla başladım ve halen tiyatronun benim için ayrı bir yeri var, dediğim gibi tiyatroyu çok seviyorum. Ama Kanıt televizyon aracılığıyla seyirciye ulaşan ilk işim. Çok daha geniş bir seyirci kitlesiyle buluşmamı sağladı tabii. Her projem bir kilometre taşı bence, özellikle bir projeyi seçmek, işaret etmek elbette zor.
Engin Benli: “Vahşi Kelebek her zamanki Vahşi Kelebek ama bu sefer karşısında gerçek bir kral var.”
Şimdi gelelim son işinize. Bence son yılların en iyi yerli komedi dizilerinden olan ve BluTV’de yayınlanan Prens’in ikinci sezonunda rol aldınız. İlk sezonu izlemiş miydiniz? Senaryoyu okuduğunuzda aklınızdan ilk ne geçti?
Prens dizisinin ilk sezonunu izledim ve gerçekten çok keyif aldım izlerken. Ailece izledik ve bu ne kadar güzel bir iş diye aramızda konuştuk. Senaryoyu okuduğumda da yine çok keyif aldım ve tam düşündüğüm gibi hem eğlenip, hem oynayıp hem de çekimlerimizi yaptığımız bir set oldu.
Tarih ve komedi dendiğinde herkesin aklına Monty Python gelir. Prens tam olarak onun izinden gidiyor denemez ama benzer bir şekilde absürde yaslanan bir mizah anlayışı var. Bu absürt, tıpkı Monty Python gibi anakronizmden besleniyor. Bu yüzden ben bu türe “anakronik komedi” demeyi tercih ediyorum. Siz Prens dizisini nasıl tanımlar ve Türk komedisinde nereye oturtursunuz?
Monty Python, açıkçası izlemedim dersem yalan olmaz. Elbette kültürler birbirlerinden etkilenerek, üzerine bir şey katarak kendi kültürlerine uyarlayıp sergilerler. Aynen Antik Yunan’da başlayıp Roma tiyatrosunda ve daha sonra dünyada yayıldığı gibi. O dönemlerde de grotesk ve absürt oyunlar vardı, mesela Antigone Sofokles’in Eşek Arıları gibi. Bu tarzı Giray ve Kerem çok iyi bir şekilde işlemişler.
Bize yeni sezondan biraz bahseder misiniz? Kral Olaf ile Vahşi Kelebek’in nasıl bir ilişkisi olacak?
Spoiler vermeden anlatmak biraz zor. 🙂 Vahşi Kelebek her zamanki Vahşi Kelebek ama bu sefer karşısında gerçek bir kral var, seyirciyi çok sürprizli sahnelerin beklediğini söyleyebilirim. Vahşi Kelebek, kendine has tarzı ve beklenmedik tepkileriyle yine her durumdan kurtuluyor ve Kral Olaf’ın beklenmedik durumlar yaşamasına neden oluyor.
Engin Benli: “Kral Olaf, tarz olarak ciddiyetin içinde zaman zaman mizah barındıran bir karakter.”
Kral Olaf’ı gerçek bir tarihsel karaktere benzetmek gerekirse sizce en çok kimi andırıyor?
Kral Olaf, tarz olarak ciddiyetin içinde zaman zaman mizah barındıran bir karakter. Ama gerçek bir tarihsel karaktere benzetmek zor çünkü Prens disizinde kurduğumuz dünya tam anlamıyla bir kurmaca; zaman, karakterler hepsi kurmaca… Bütün karakterler her an beklenmedik bir tepki verebilir.
Daha önce tarihi gerçeklere olabildiğince sadık kalmaya gayret eden bir dizide Sinan Paşa’yı canlandırmıştınız. Şimdi tamamen kurgu bir dizide bir kralı canlandırıyorsunuz. İki role de bir aktör olarak hazırlığınızı kıyaslarsanız ortak ve farklı yönleri neler?
Sadece dönem dizisi için değil tabii, her rol için farklı hazırlık süreçleri oluyor. Muhteşem Yüzyıl’da Sinan Paşa karakteri gerçek hayattan ancak yaratılan dünya bir noktada kurmaca. Prens projesinde ise yaratılan dünyanın yanı sıra karakterler de kurmaca yani iki proje de dönem işi olarak ekrana yansımasına rağmen oldukça farklı işler. Bu yüzden de karakterlere hazırlanma aşamaları bence birbirinden oldukça farklı ama ortak noktaları, o karakterin yaşadığı deneyimlerden, geçmişinden çıkarımlar yapmak.
Gerçek bir karaktere hayat verdiğiniz zaman bu karakter bunu der mi ya da böyle davranır mı diye düşünürsünüz ama kurmaca karakterde sınırımız senaryonun sonsuzluğunda ve daha geniş bakabiliyoruz.
Bu kadar eğlenceli bir dizinin setinde de herhalde eğlenceli anlar yaşanmıştır. Prens setinde en unutamadığınız anınız ne oldu?
Klişe değil gerçekten çok eğlendik. 🙂 Daha önce dediğim gibi birinci sezonu izlerken çok keyif almıştım, işin içinde olduğum zaman da her anından çok keyif aldım. Tek bir an söylemek gerekirse Kral Olaf’ın Prens ekibiyle karşılaştığı ilk sahne diyebilirim. Çünkü Kral Olaf hiç beklemediği bir karakterle karşılaştı ve bir kral olarak ciddi durduğu bir yerden Prens’in kendine has tepkilerini yönetmesi gerekti ve komik anlar yaşadık. Bir an “Biz ne yaşıyoruz?” diye düşünüp kahkahalar içinde bulduk kendimizi.
Yakın zamanda Yaratılan dizisinde de rol aldınız. Dijital platformların televizyonlara göre daha iyi çalışma şartları ve daha özgür bir yaratım süreci sunduğu söylenir. Ama Türkiye’de dijital diziler de sansür yemedi değil… Dijital ile geleneksel arasından hangi mecrayı tercih edersiniz?
Ana akım medya ya da dijital platform olarak bir tercih yapmayı doğru bulmuyorum. Değişen ve değişirken de gelişen, dinamik bir sektördeyiz. Projenin bütünü, karakterin durduğu yer benim için önemli.
Engin Benli ile yaptığımız bu özel röportaj, Episode’un 55. sayısında yayımlanmıştır.