Erkan Kolçak Köstendil: Tek Kriterim, “Bu Karakteri Oynamaktan Keyif Alır mıyım?” Sorusu I Özlem Özdemir

 Erkan Kolçak Köstendil: Tek Kriterim, “Bu Karakteri Oynamaktan Keyif Alır mıyım?” Sorusu I Özlem Özdemir

[highlight]”Ünlü olmak gelip geçici, muhabbetimiz kalıcı olsun yeter” cümlesi çıkıyor sohbeti bağlarken ağzından. Oraya geleceğiz ama önce Çukur‘daki Vartolu karakteriyle zirveye çıkan Erkan Kolçak Köstendil’i yakından tanımaya ne dersiniz? Genç oyuncu, “Ben hiçbir zaman bir iş elime geldiğinde bu tutar mı, tutmaz mı düşünmedim. Açıkçası senaryonun yapısını da çok düşünmüyorum; senaryo geldiğinde baktığım tek şey, “Ben bu karakteri oynamaktan keyif alır mıyım?” sorusu, ilk günden beri böyle yaklaşıyorum,” diyor…[/highlight]

Sakarya Fırat‘taki Mahmut, Merhamet‘teki Mehmet, Ulan İstanbul‘daki Karlos ve şimdi Çukur‘da Vartolu… Erkan Kolçak Köstendil, son zamanların en sevilen, üç boyutlu karakterlerini canlandırdı. Gerçek ve etkileyici oyunculuğuyla her karakteri hafızamıza kazıdı. Belli ki uzun yıllar böyle devam edecek. Kapak çekimi ve röportaj için geçirdiğimiz birkaç saatte bile Erkan Kolçak Köstendil’in üretmeden duramayacağını anlamak zor olmadı… Yazıyor, yönetiyor, oynuyor; dizi, tiyatro oyunu, sinema, hatta şarkı sözleri… En önemli meselelerin bile en fazla 3 saat konuşulduğu ülkemizde, dünün ve güncelin sorunlarını irdelemenin en keskin ve kalıcı yolu sanat. Erkan Kolçak Köstendil, susarak daha fazla yazmaya, yönetmeye odaklanmış. Biz de onun imzasını taşıyan nice nitelikli eseri izleyeceğimizden ve onu daha çok alkışlayacağımızdan eminiz.

Röportaj: Özlem Özdemir
Fotoğraf: Ozan Balta

Çukur‘da canlandırdığınız Vartolu, “kötü” bir karakter olarak başladı ama şimdi seyircinin empati kurduğu, kötülüğünün nedenlerini anladığı bir karakter. Vartolu’nun ilk bölümden bugüne evrilişinin size kattıklarından başlayalım.

Öncelikle yazarımız Gökhan Horzum’un büyük bir başarısı. Sadece oynadığım Vartolu karakteriyle ilgili değil, iyi ya da kahraman olarak gördüğümüz kişilerin de zaaflarını öğreniyoruz. Salt iyi ya da salt kötü, o alışık olduğumuz konseptin dışında bir yapı sunuyor bize. Kötü diye algıladığınız kişinin vicdanını ya da merhametini görüyorsunuz. Ya da iyi diye baktığınız tarafın eksikliklerini, hatalarını görüyorsunuz. Bu, yazarın başarısı. Vartolu’yla ilgili de… Hiçbirimiz sabah kalktığında, ben bugün de ne kadar kötü bir insanım diye uyanmıyor. Hatta aksine kötü şeyler yapan bir insanın kendini dengelemek adına yaptığı bir sürü iyilikle karşılaşabilirsiniz. Bu hayatın gerçeğinde de böyledir. O sebeple bir rolü oynayan kişinin bence, ben kötü adamım ya da ben iyi adamım dememesi gerekiyor. Ben sadece bu insan, bu karakter, olaylar karşısında neler hisseder, neler düşünür, neler yaşar, bunlara bakıyorum. Yaşadığı şeylerden ötürü kötücül tarafları ağır basan bir karakter ama nedenlerini de anlattığı için senaryoda seyirci onunla empati kuruyor. Seyirci, aslında küçük Salih’le empati kuruyor. Vartolu gerçekçi yazılmış bir karakter, elimden geldiğince gerçek oynamaya çalışıyorum.

Vartolu Sadettin ile Yamaç…

Dizide gelecek altı bölümde Vartolu’nun tüm hikâyesini öğreneceğiz galiba…

Öyleymiş, ben de fragmanları gördüm. Keyifli bir şey; gitmek istediğiniz, oynamak istediğiniz bir rol için sabah kalkıyorsanız o zaman hiçbir şey zor gelmiyor. Bir de karşılıklı oynadığınız kişilere bakıyorsunuz. Aras’a (Bulut İynemli) hem oyuncu olarak hem insan olarak bayılıyorum, mutlu oluyorum onunla sahnemiz olduğunda, koşa koşa gidiyorum. Ercan Abi (Kesal), Öner (Erkan), Rıza (Kocaoğlu), bütün oyuncu arkadaşlarım için öyle bir durum var. Mustafa Kırantepe inanılmaz bir oyuncu. Medet’i başka kim oynasaydı acaba ben Vartolu’yu bu kadar keyifle oynardım, bilmiyorum. Muhteşem oynuyor adam, bilmiyorum oyunlarına denk geldiniz mi, Semaver Kumpanya’da Serkan’la (Keskin) muhteşem şeyler yapıyor. Medet’i de o kadar iyi oynuyor ki. Çok sağlam her yerim, yönetmenler dahil saçma sapan şeylerin olmasına izin vermeyecek bir koruma çemberi var etrafımda, o zaman da çok keyifli oluyor. Her şey bu kadar iyi sunuluyorsa iyi oynamayanı döverler. Ayıp, mesleğine saygısızlık o saatten sonra, mazeretin yok çünkü. İyi yazılıyor, iyi çekiliyor, Toygar (Işıklı) işini iyi yapıyor, görüntü yönetmeni iyi, kurguyu Serdar Çakular yapıyor, Yılan Hikâyesi‘nin de kurgucusuydu, yanında büyüdüm diyebilirim.

Çukur’un Medet’i Mustafa Kırantepe, “abisi” Vartolu ile…

“Senaryoda bir şeyin seni kandırmasını istiyorsun ki işe başlayabilesin”

Farklı karakterleri oynuyorsunuz ve hepsini gerçekçi canlandırıyorsunuz. Seçim yapmak, çok fazla senaryo gelirken bu iş nasıl gidecek diye tahmin yürütmek zor mu?

Eskiden mümkündü belki 5 sene önce, şunlar olursa bu iş tutar demek, bunu anlamak daha kolaydı. Şimdi öyle bir şans olduğunu düşünmüyorum. Çünkü çok fazla dizi sirkülasyonu oluştu. Süreler uzun, sirkülasyon var ve seyirci eskisine göre daha değişken. Bir işin tutup tutmadığını, belki kaç sezon süreceğini 2-3 bölümde anlayabiliyordunuz. Şimdi öyle bir durum yok. Ben de hiçbir zaman bir iş elime geldiğinde bu tutar mı, tutmaz mı düşünmedim. Açıkçası senaryonun yapısını da çok düşünmüyorum; çünkü 5 bölüm çok iyi yazan bir yazarın aklına bir şey gelebilir 6. bölümde ve bambaşka, saçma bir hikâye yazabilir. Senaryo geldiğinde baktığım tek şey, “Ben bu karakteri oynamaktan keyif alır mıyım?” sorusu, ilk günden beri böyle yaklaşıyorum. 4 bölüm sürse de olur, 4 bölüm oynamış olurum, bu da neredeyse iki sinema filmi çekmek gibi bir şey, her anlamda. Hadi 3 sezon sürdü diyelim, ben yine keyifle oynamaya devam eder miyim? Zaten oynadığım karakterden keyif almayı bıraktığım zaman sonlandırmak istediğimi söylüyorum çalıştığım yapımcılara. Ben sadece, karakteri oynamaktan keyif alır mıyım, ona bakıyorum, başka hiçbir şey düşünmüyorum. Denklem kurulamıyor zaten, kuramayacağım bir denklem için çabalamaya da gerek yok. Dediğim gibi belki dizi çok uzun sürecek ama sen o karakteri oynamaktan sıkılmaya başlayacaksın.

Oynadığınız karakterler çok karakteristik ve sivri karakterler aslında. Karakterle ilgili nasıl bir çalışmada bulunuyorsunuz, kendinizden neler katıyorsunuz, gözlem yapıyor musunuz?

Galiba çalıştığım işlerin de etkisi var. Sporcuyken deplasmana gittiğim için, çok fazla şehir dışı işte çalıştığım için Türkiye’nin her bölgesini gezip görme, oradaki insanlarla sohbet etme, onları gözlemleme şansına sahip oldum. Bu da bir artı oluyordur herhalde. Kim, nerede, nasıl hareket ediyor, ne yapıyor; hangi bölgenin, hangi iklimin insanı neye göre değişiyor, gözlem yapma şansınız oluyor. Bu, zaten cepte. Sivri karakterlere gelecek olursak, evet, senaryoda bir şeyin seni kandırmasını istiyorsun ki işe başlayabilesin. Mesela Çetin Tekindor’la Babam adlı film çektik bu yaz, yanındaki adamıyım ve hiçbir şey yapmıyor karakter. Zorlandım, hatta izlerken fark ettim, bir şekilde elimi belime koyarak, cebime sokarak durdurmaya çalışıyorum kendimi. Evet, birbirinden farklı olmasına dikkat ediyorum bir senaryo geldiği zaman. Yeni bir şeyle çıkmak istiyorum insanların karşısına. Oynadığım karakterlerin ortak paydası, sivri ve biraz daha yoğun olmaları.

Bir klişe vardır, komedide oynarsan komedide kalırsın, drama geçemezsin. Ama sizin yaptığınız işlerde çeşitlilik var. Artık bu klişe kırıldı mı?

Yani düşünüyorum şu anda oynadığım karakterleri; benim salt komedi, salt dram işim hiç olmadı diyebilirim.

Karlos da sadece komedi karakteri değildi…

Tabii. Yaren’i kaçırdılar diye mekânı da dağıtıyordu mesela… Biraz hayat gibi olduğunda daha keyifli oluyor. Bir sabah kalkıyorsun, çok komik bir şey oluyor, 3 dakika sonra hüzünleneceğin bir şey oluyor. Yani tek bir türde olmasın diye özen göstermeye çalışıyorum yaptığım işlerde. Beni de daha fazla keyiflendiriyor. Mesela Sakarya Fırat‘ta oynadığım Mahmut karakteri, en komik askerlerden biriydi ama en sert şeyler de onun başına geliyordu. Öyle olmasına biraz daha özen gösterdiğin zaman komedi oyuncusu, dram oyuncusu gibi ayırmıyor galiba insanlar seni. Oyuncu diye seyrediyor, istediğim şey de o. Bu anlamda örnek aldığım usta, Sadri Alışık. Komedyen ya da komedi oyuncusu, buradan gitmeye çalıştığınız zaman bir süreç başlıyor, yaş ilerliyor, o zaman biraz daha ciddi işlerde oynamak istiyorsunuz. Dünyaca ünlü komedyenlerin de Türkiye’deki komedyenlerin de durumu böyledir. Peter Sellers’ın da hikâyesi böyle. Ama Sadri Alışık, çok enteresandır bu anlamda; aynı yaş döneminde, aynı zaman diliminde hem absürt komediler hem ağır dramlar oynayan bir aktör. Dünyada eşine çok rastlanabilecek bir durum değil Sadri Alışık’ın yaptığı şey. O yüzden onun penceresinden bakmaya çalışıyorum diyebilirim.

“TV, artık dijitale göre hareket etmek zorunda kalacak”

İnternet dizilerinde de yer aldınız. Yıllar önce siz de yaptınız… Biraz kamera arkasını da konuşalım mı, yapımcılık, yazarlık…

İstanbul’a geldikten sonra 3. yılımda girdim Mimar Sinan Üniversitesi Konservatuvarı’na. İstanbul’da ilk işim Yılan Hikâyesi‘ydi, sonuncu reji olarak başlamıştım. Okul devam ettiğinde de bazı dizilerde akşam rejisi yapıyordum. Okuldan çıkıp sete reji yapmaya gidiyordum ya da kaldığım, sadece iki dersimin olduğu sene de setteydim. Okul bitti, ikinci yönetmen olarak devam ettim setlerde çalışmaya. İlk başta zorunluluktan başlayan şey, bir süre sonra tutkuya dönüştü. Yazmak, üretmek, kamera arkasında olmak bende bir tutkuya dönüştü… 2006’da ilk internet dizisini biz çektik, aynı zamanda dünyanın ilk Facebook dizisiydi. Bu diziyi yaparken 1-2 sene sonra işler, dijitalde yoğunlaşmaya başlar diye düşünüyordum ama işleyen bir çark var ve o çarkı bozmak o kadar kolay değil. Yoksa internet, hayatımızda 10-15 senedir var, neden yeni başladı sorusunu düşünmek lazım. Neyse ki başladı.

Ulan İstanbul da internette yayınlandı, bir anlamda internette yayınlanan ilk diziydi, fakat maalesef internet macerası uzun sürmedi dizinin.

Evet, bir TV dizisinin internete geçmiş ilk haliydi esasında. Çok basit bir şey söyleyebilirim: Bu sistemin yürüyüş ve işleyiş şekli belli. Bu işi sadece sponsorlarla yürütebilirsiniz. Sponsorlarla yürütüp halkın beğenisine sunacaksınız. Sistem bu kadar basit işliyor. Bunun dışında ekstra bir şey yaptığınızda çok fazla karşılığını bulmuyor. Çünkü internette dünyanın en iyi çekilmiş dizilerine de 30 saniyede ulaşabiliyorsunuz. O yüzden kimse size bölüm başına ödeme yapıp da sizden bir şey satın almaz. Ulan İstanbul’un internete geçen ilk iki bölümü bir markanın sponsorluğunda yaklaşık 2,5 milyon kişi tarafından seyredildi. Sonra ne zaman cep telefonuyla ödeme sistemi başladı, 2 bin kişiye düştü.

Türkiye’de dijital alana ödeme yaparak bir kataloğu izleme kültürü zamanla oturacak sanırım…

Katılıyorum, mesela kazak alacaksınız ve bedavaya da var. Bedavaysa onu tercih edersiniz. Kısıtlı bir kitle bu kazakta ekstra bir şey var, burada giyecek başka şeyler de var deyip paralı olanı tercih eder, bu da ücretli abone sayılarını temsil ediyor zaten. Diğer taraftan tek bir dizi için değil, içeriğin olduğu bir platform kurduysanız, işler biraz daha rahat ilerleyebilir. Yine de bu işin en olur kısmı sponsorlar. Çünkü bugünkü reyting sisteminde reklam veren, reklamın gerçekten istediği kitleye ulaşıp ulaşmadığının farkında değil. Ama internette kaç kişi izledi, hangi yaş grubu izledi, hangi ülkede izlendi, kadınlar mı daha çok izledi, erkekler mi, her şey gözünün önünde. O yüzden bence çok geç kalınmış bir süreç. Peki, tamam, zamanı şimdiydi, şimdi oldu ama bir yerden sonra TV’nin buna entegre olacağını bile düşünüyorum. TV artık buna göre hareket etmek zorunda kalacak.

Mevcut sistem de -diziler için- sürdürebilir görünmüyor…

Gözükmüyor. Eskiden dizi süreleri çok daha kaliteli işler üretmemize sebep oluyordu. Çok daha kaliteli işler üretmemiz, dünyanın 148 ülkesinin bizim işlerimize ilgi göstermesini sağladı. Bu işleri bölüp bölüp sattığımız için yurtdışına, bir bölümden 3-4 bölüm çıkarma durumuna girdik ki tamam, kendi kazandığı parayı tekrar sektöre kazandıran, kaliteli işler yapan bir yapım şirketisiniz, bunun süresini kısalt da ikiye böl diziyi ya da tek parça sat diyemezsiniz. Ortada böyle bir durum varsa doğal olarak yapım şirketi bundan kazanır. Buna ne kadar süre alıcı bulabileceğiz bu şekilde? Bir dönem hatırlayın, dünyanın her yerine Brezilya dizileri satılıyordu, Türkiye dahil. Bunu pozitif anlamda kullanıp çok sağlıklı bir şekilde devam ettirmek mi daha iyi yoksa bir yerden sonra bunun bir moda olarak görülüp bu fırsatı kaybetmemiz mi? Önce oturup bunu düşünmesi gerekiyor bu işi yapanların. Çünkü bu, inanılmaz büyük bir fırsat. Konservatuvar yıllarında diziyi ikinci plana atan bir halimiz vardı, biraz burun kıvırırdık. Şimdi dünyada 148 ülkeye satılan, sesini 148 ülkeye duyurabildiğin bir şeye nasıl burun kıvırabilirsin… Ortaya tek bir şey çıkıyor: Gelin, bunu daha yararlı, daha kalıcı, daha uzun süreli bir hale getirelim. Bunu 5 sene satmak mı daha iyi yoksa biraz daha düzenli ve her hafta yapılması mucize bir şeyden çıkartıp daha aklıselim hale getirip 20-30 sene yapmak mı daha akıl kârı, bunu düşünmesi gerekir sektörün sadece.

“‘Sanatçı topluma örnek olmalıdır’ sözüne inanmıyorum”

Türk dizilerinin daha önce melodrama sıkışmış bir tür çeşitliliği vardı, şimdi çeşitlenmeye başladı. Yılan Hikâyesi‘nden bugüne baktığınızda seyircide neler değişti?

Seyirci, her şeyi herkesten daha iyi bilir ve görür hale geldi. Kolay kolay bir şey yediremiyorsunuz onlara. Mesela sürprizli bir karakter çıkartıyorsunuz; dizi eleştirmenleri var şimdi, nasıl yapıyorlar bu işi fikrim yok, her kanalda dizi oluyor, dizi 3 saat sürüyor, zor bir meslek olmalı, kendilerine başarılar diliyorum, onların mesela hemen atladığı bir şeyi seyirci yemiyor. Seyirci onlardan da benden de daha iyi biliyor bu işi… Eskiden mesela, “Tamam, seyirci yer onu…” cümlesi setlerde çok kullanılırdı ama artık bunu duymuyorum çünkü seyirci çok profesyonelleşti… Yemiyor.

Sosyal medya da artık hemen refleks verilebilecek bir alan…

Kesinlikle. Bir de eskiye göre seçeneği de çok seyircinin, o yüzden ben bu ay birkaç kötü bölüm çekeyim diyemezsiniz. 3-4 sene önce garip bir şey yaşandı bir dönem, hâlâ var ama süreklilik haline gelmişti o dönem; bir dizi başlıyor, 5. bölümde finalsiz dizi bitiyor, tak diye kesiyor kanal. Kanala diyor ki, sen tak diye kesiyor musun birader, ben de tak diye değiştiriyorum. Eskisinden daha bilinçli, hiçbir numarayı kolay kolay yemeyen, daha zor bir seyirci kitlesiyle karşı karşıyayız. İşimizi biraz daha zorlaştıran taraf o oluyor.

Diziler, son dönemde, toplumsal ahlakı etkilediği iddia edilerek daha fazla kontrol edilmeye başlandı. Dizilerin toplumu, toplumsal ahlak, aile gibi içeriğine etki edilen bir noktaya gelmeye başladı. Dizilerin toplumu şekillendireceğini düşünüyor musunuz yoksa dizilere yön veren toplumun kendisi mi?

Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan gibi bir soru bu. Herhangi bir şeye müdahale etmeyen bir toplumun ahlakı yerli yerine oturmuş demektir bence. O artık sarsılmaz, temeli sağlam, kuvvetli bir şeydir. Ona ne verirsen ver, ne yayınlarsan yayınla, ne yazarsan yaz, ona bir şey olmaz demektir. Ama korkuyorsan, sürekli bir şeylerin üzerini örtmeye çalışıyorsan demek ki ortalık çok kirli.

Oyuncuların, müzisyenlerin, ünlülerin üzerine yapıştırılmış “topluma örnek vatandaş” durumu var. Böyle bir sorumluluk hissediyor musunuz?

Hiç hissetmiyorum. Sadece küçük yeğenime, küçük çocuklara karşı hissediyorum. Onların yüzüne bakamayacağım şeyler yapmamaya çalışıyorum. O da elimden geldiğince. Neticede hatalarımla günahlarımla sıradan bir insanım. “Sanatçı topluma örnek olmalıdır” sözüne inanmıyorum; niye, sanatçının toplumdaki insandan ne ayrıcalığı, ne fazlası var? Biz toplumun bir parçasıyız, bütün insanlar, iyi anlamda birbirimize örnek olmaya çalışmalıyız. Bunun için bir mesleğin ayrıcalık yaratması gerektiğine inanmıyorum açıkçası. Sadece birilerini iyi anlamda harekete geçirme gücüne sahipse bir sanatçı, -bağış kampanyası, yardım gecesi- kitleyi iyi anlamda harekete geçirebilecek bir güce sahipse onu kullanarak elinden geleni yapmalı diye düşünüyorum. Ama o kadar.

Kısa filmler, sinema, müzik ve yazarlık üzerine…

Kurduğunuz film şirketi ve çektiğiniz kısa filmler de var…

Film Kumbarası adında gönüllü bir yapılanma kurduk. Film çekmek, bunun içinde olmak isteyen arkadaşlarla yaptığımız, gönüllü ekibin olduğu bir yapıydı; Facebook dizisi Mukadderat‘ı böyle çektik. Yine Türkiye’nin ilk korsan DVD dizisini çektik. Kendimiz çekip korsan DVDcilere dağıtıyorduk, bu şekilde okul harçlığımızı çıkarıyorduk. Hocalara pahalıya satıyorduk, öğrencilere ucuza veriyorduk, dışarıda da DVDci abi bir lirasını alıyordu, 4 lirası bize kalıyordu. Öyle okuduk yani. Tabii buradan büyük bir korsan tartışması çıkar onu da bir ara tartışırız… Amsterdam’da orta metraj film Torbacının Esrarı‘nı çektik. Film Kumbarası’nda üç kısa filmimiz var: Düşüş, Vakit ve son çektiğimiz Suma. Su, Suma, Anason, Şeker; dört kısa film serisi olacak. Suma, en son Los Angeles’tan, Ankara AFSAD’dan en iyi kısa film ödülünü aldı. Barcelona’da, İngiltere’de, birçok ülkede finalist filmler arasında, bu ay onun sonuçlarını bekliyoruz. Bu dört kısa film birleşip bir sinema filmi olacak. Aslında dörde bölünmüş bir sinema filmi çekiyoruz, dörtte birini bitirdik ve güzel haberler almaya başladık. Amsterdam’da bir film şirketi kurduk, çünkü orada 9 bölümlük bir internet dizisi çekmek istiyoruz, Tırnık in Amsterdam diye. Dünyadaki bütün gençlerin hep birlikte harekete geçmelerini sağlayabilecek bir dizi yapabilir miyiz hayaliyle yaptığımız bir iş. Yazın başlamayı düşünüyoruz, onun için koşturuyoruz. Benim, dünyadaki gençlerin birliğini kurmak gibi bir hayalim var. Dizi; “Dünyayı birkaç yıl ömrü kalmış büyükler yönetiyor ama savaşa uzun bir ömür yaşamayı hak eden gençler gidiyor. Sistemi değiştirmeye ne dersiniz?” sloganıyla başlıyor. Hollanda’daki, İran’daki, Mısır’daki yani dünyanın her yerindeki birçok gencin ve benim dünyaya bakışımız aynı. Biz bazen yaşadığımız ülkenin sorunları içinde boğulup duruyoruz da bütün sorunların hallolduğunu düşünün, hemen yanı başımızda sorun var, ötede sorun var. Onlara gözünü kapattığında olmuyor, bir yerden sonra dönüp dolaşıp sana değmeye başlıyor zaten, ki vicdanın varsa her zaman değer zaten. Bu, sadece bizim ülkemizle değil, dünyanın her yeriyle ilgili, o yüzden sadece ülkenin sorunlarına bakmakla bu işin içinden sıyrılamayız. Ve dünya küçük bir yer. En uzak yer artık iki saniyeyse neden hep beraber bir şey söyleme ihtiyacı duymayalım? Herkes dizi seyrediyorsa neden bunu dizi üzerinden yapmayalım diye düşünüyorum. Ortaya güzel bir şey de saçma sapan bir şey de çıkabilir ancak onu çekip yayınladıktan sonra anlayabileceğiz.

Siz mi yazıyorsunuz?

Evet, ben yazıyorum.

Yazarken nelerden besleniyorsunuz?

Susmaktan. Açıkçası benim yazarken en çok beslendiğim şey susmak, susmak, susmak, susmak… Elimden geldiğince olan biten her şeye susmaya çalışıyorum. Ülkede ve dünyada olan biten her şeye karşı susmaya çalışıyorum.

Biriktirmek ve yazabilmek için…

Evet. O anda heyecanla verdiğimiz refleks, bizim sanat yapma heyecanımızı alıyormuş gibi geliyor. Acaba her şeye sosyal medyadan anında tepki gösterdiğimiz için mi son yıllarda derdimizi, fikrimizi sinemayla, tiyatroyla, edebiyatla anlatmak için daha az uğraşıyoruz..?

Ve ülkedeki en önemli konuları bile en fazla bir gün konuşup sonraki gün unutuyoruz. Oysa bu önemli meseleleri tarihe bırakacak kadar kalıcı anlatmanın yollarından biri sanat.

Gündemi bu kadar hızlı değişen bir ülkede yetişemezsin. Dediğin gibi, sanatçının bu meselelerle ilgili 15 sene sonra da yol gösterecek ya da kılavuzluk edecek eserler üretmeye çalışması lazımmış gibi geliyor.

Üretmeyi kendine borç bilir bir haliniz var, tiyatro, sinema, televizyon ve hatta müzik…

Müzik benim için en enteresan olan tarafı. Benim okula 3 sene girememe sebebim, ritmik, solfej, gitar aşamalarını geçememem. Okulu 8 senede bitirme sebebim de bu. Sakarya Fırat‘ta oynarken Serçe marka bir arabam vardı, Olimpos’ta oturdum iki sene, neden öyle bir şey yaptım bilmiyorum. Evden sete 2,5 saatte gidiyordum, teyp bozulunca sıkıntıdan kendi kendime şarkılar uydurmaya başladım. Can sıkıntısıyla birikmişler 8-10 tane, bir tanesi 110 milyon tıklanma gibi bir hal aldı. Müzikli bir gösteri yaptım, Sing-Up adında. “Türkiye’de müzik piyasası ne hale geldi de siz beni dinlemeye geldiniz,” bunu işledik gösteride. Türkiye müzik tarihi belgeseli gibiydi, 70’lerden 2000’lere getirdiğimiz bir gösteri yaptık.

Sizden bir albüm bekleniyor ısrarla…

İşte benden albüm beklenecek hale nasıl geldik? 90’ların ortalarından sonra koptu bir şeyler herhalde. Konservatuvar okudum, bir müzisyenin bir enstrümandan ses çıkarabilmek için 10 saat çalıştığını gözlerimle gördüm. Şimdi çıkıp da albüm yapayım diyemem; bu işe emek veren, gönül veren, iyi şeyler yapmaya çalışan insanlara saygısızlıkmış gibi geliyor. Öyle bir vaktim olur yarın, kendimi uzun süre bir yere kapatırım usta hocalarla, ne bileyim o albümün birine katkısı olur, çocukların eğitimine gider, yapılır, neden yapılmasın. Onun dışında albüm yapmak gibi bir hayalim, hevesim yok açıkçası.

“En rahat hissettiğim alan, yazmak”

Yazmak, yönetmek, oynamak… Bunlar arasında en rahat hissettiğiniz alan hangisi?

Yazmak, çünkü en ucuzu o. En zoru da o. Açıkçası kamera arkasından daha fazla keyif alıyorum. Bunların hiçbirini yapmayıp kaleciliğe de devam edebilirdim ya da yarın hepsini bırakıp ona dönebilirim, bilmiyorum. Bize çocukluktan beri şu soruluyor: Büyüyünce ne olacaksın? İnşallah iyi bir insan olacağım, onun dışında niye bir tane şey olmak zorundayım ki? Dünyada zevkli, keyif alabileceğim bir sürü meslek var, bu meslekler arasında gezemez miyim, hepsine uğrayamaz mıyım? Bugüne kadar yazdığım ve çektiğim işlerde oynamadım ya da oyuncu olarak yer alıyorsam yazarlık ve yönetmenlik yaptığım bir iş hatırlamıyorum. Eğer bir oyuncuyla çalışıyorsam, yazarlık ve yönetmenlik yapıyorsa benim setimde hatırlasın istemem. Bir ceket var, giyip çıkıyorsun; birbirinden ayırdığın, birbirine bulaştırmadığın zaman daha keyifli oluyor. Bunların hepsini ayrı dönemlerde yapınca hem oyunculuğunu dinlendirme şansın oluyor, yazan çeken biriysen onu dinlendirme şansın oluyor. Spordan geldiğim için çalışkan bir insanım ama bizim meslekte çalışkan olmanın handikapları olabilir. Sürekli çalışmak istediğin için belki de çalışmaman gereken bir işte oynayabilirsin ya da “Bu filmi sen çekmeseydin keşke,” diyebileceğin bir hikâye çekebilirsin. Çalışkan olmak her meslekte artı puan gibi gözüken bir şey ama bizim meslekte onun da sınırı, riskleri var. Bu, çalışkanlığı bölmeye yarıyor, kenara koyup bölmekle, milim milim ilerletmeye çalıştığın bir şey haline geliyor, daha keyifli, daha sağlıklı oluyor. “Ay bu adam da her yerde oynuyor!” diye sıkılmıyor insanlar benden ya da “Niye bunu çekmiş ki?” demiyorlar… Hepsi var işte, arada hangi ceketi istiyorsan onu giyiyorsun, mevsimine göre. Mesela beni çok heyecanlandırıyor, bir oyun yazdım, İkinci Kat’a verdim, adı Tezgâh; onlara çok güveniyorum, onlar başladılar okuma provalarına, cast’a bakıyorlar. Oyun yazmışsın, hiçbir şeyden haberin yok, gidip ilk kez izleyeceksin acaba nasıl olmuş diye; muhteşem bir heyecan bence.

“Ünlü olmak geçici, muhabbetimiz kalıcı olsun”

Yapılan işin sonucu ünlü olmayı, paparazzileri hayatınızda nasıl yönetiyorsunuz?

Hem herkesin gördüğü bir işi yapıp hem de niye bana bakıyorsunuz demek biraz abes. Bunlar olacak hayatımızda. Ayrıca artık herkes paparazzi, herkesin elinde kamera, herkesin elinde mini yayın kanalları var. Burada önemli olan tek bir şey var, saygı. Gar çekimi yapıyorduk geçen gün, 6 yaşında bir çocuk geldi. “Erkan Bey, merhabalar! Kusura bakmayın, sizi rahatsız etmeyeceksem bir fotoğraf çekinebilir miyiz?” dedi. Dedim ki gel buraya, gel, başımın üstünde yerin var koca adam. Bir bunu yapan küçük çocuk var. Geçenlerde uçakta uyuyorum, rüya görüyorum sandım, biri durmadan omuzumu sallayıp “Abi, abi…” diyor, gözümü açtım karşımda telefon. “Abi, uykunu bölmeyeceksek fotoğraf çektirebilir miyiz?” Bölmeyeceksen mi..! Daha garip bir şey var artık, elinde telefon var, sizi çekiyor, sormadan, izin almadan… Belki sevdiğinden yapıyorsun ama saygısızlık yapıyorsun. Saygı olmadığı zaman o sevgi de anlamını, değerini yitiriyor. Sorunuzun başına dönecek olursam bir tane magazinci arkadaş var, beni nerede görse, “Fotoğrafınızı çekebilir miyim?” diye sorar, ben de onu gördüğüm zaman duruyorum artık, rahat rahat çeksin fotoğrafını, işini yapabilsin diye. Yani özetle saygıyla, sevgiyle her şeyi kolayca yönetebiliyor insan; gerisi harala gürele. Ünlü olmak gelip geçici, muhabbetimiz kalıcı olsun yeter…

Röportaj, Episode Dergi’nin 8. sayısında yayımlanmıştır…

 

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir