Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Peaky Blinders’ın Arkasındaki Tarih | Koray Kaplıca
“Peaky Blinders” bir çete ailesinin I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Birmingham ve Londra’da diğer etkin çetelerle savaşını ve siyasetle hassas ilişkisini sağlam bir hikâye örgüsüyle izleyiciye sunuyor. Dizinin seyir zevkini en yükseğe çıkaran özelliğiyse bu kurgusal hikâyenin işlendiği zaman ve mekânla kurduğu çok ikna edici bağlar. İngiltere’nin en merkezi yerlerinde acımasız çete savaşlarına tanık olurken hikâyenin zaman zaman temas ettiği işçi mücadelesine, İrlanda meselesine ve I. Dünya Savaşı sonrası Britanya’sından insan manzaralarına da tanıklık ediyoruz.
Dizideki Peaky Blinders efsanesi 1919 yılı Birmingham’ında İrlandalı aktör Cillian Murphy’nin ağzından düşürmediği sigarası ve müthiş oyunculuğuyla hayat verdiği Thomas Shelby’nin savaştan madalyalar ve psikolojik rahatsızlarla dönüp Shelby ailesinin bahis işlerinin başına geçmesiyle başlıyor. Aslında 1919’da bir zamanlar kök söktüren “gerçek” Peaky Blinders, Birmingham sokaklarından uzun zaman önce kaybolmuştu.
Kimdi bu Peaky Blinders?
Öncelikle kendilerine has bir moda anlayışları olduğuna şüphe yok. 1890’larda en güçlü dönemini yaşayan Peaky Blinders çetesinin dizide gördüğümüz Shelby erkekleri gibi giyindiği o dönemlerdeki polis fotoğraflarından ve gazetelerde çıkan tasvirlerden anlaşılıyor. Fakat şapkalarına diktikleri kullan-at jiletlerle düşmanlarının yüzlerinin parçalamaları bir kurgudan ibaret olabilir. Gözdağı vermek için daha klasik olan dövme, bıçaklama veya elle boğma gibi yöntemler kullanıyorlar.
Üstelik Peaky Blinders, 19. yüzyıl İngiltere’sinde kendine has bir örnek de değil. Çoğunluğu çocuk ve yeniyetme gençlerden oluşan sokak çeteleri Liverpool, Manchester ve Londra gibi yüksek nüfuslu kent merkezlerinde cirit atıyor. Manchester’da scuttlers, Londra’da ismi günümüze kadar kalmış hooligans ve Liverpool’da cornermen. Çete üyeleri farklı giyim tarzına ve saç kesimine sahipler. Yaptıkları ise bölgeleri ve kadınları için sürekli savaşmak, saldırganlıklarını çevrelerine sıklıkla göstererek “erkekliği” her an tesis etmek.
19. yüzyılın ikinci yarısında Birmingham’daki çetelerin yasadışı faaliyetleri, küçük ölçekli hırsızlıklar ve saldırılardan ibaret. Bu nedenle dizide izlediğimiz gibi bahis organizasyonu yapabilecek karmaşıklıkta plan yapabilen bir akla sahip hiyerarşik bir örgütlenmeyi görmemiz için biraz beklememiz gerekiyor.
Bu çeteleri oluşturan bağlamı da göz ardı etmeyelim. 1890’larda Birmingham, yarım milyonu aşan nüfusuyla İngiltere’nin ikinci büyük kenti. Bu nüfusun yüzde 80’den fazlasını da işçi sınıfı ve aileleri oluşturuyor. Birmingham erken dönem küreselleşmenin kendini gösterdiği az sayıdaki kentten biri. Dizide de İrlandalıları, Çinlileri, İtalyanları ve Karayiplileri kapsayan çeşitliliği görmek mümkün.
Dönemin her büyük kentinde olan durum Birmingham için de geçerli: İş fırsatları çok ama işsizlik daha yaygın. Rekabetçi iş piyasasında dikiş tutturamayan kent yoksulu nüfus, şehrin belli yerlerinde toplanmış durumda. Zorunlu eğitimden çıkan işçi çocuklarının daralan istihdam alanında kendilerine yer bulmaları gün geçtikçe zorlaşıyor. Ekonomik dışlanmanın yanında Viktoryen Britanya’sında hayatın her alanına sinen saygın davranış kodları, kültürel ve sosyal yabancılaşmayı da beraberinde getiriyor.
Böyle bir ortamda sokak çetelerini, kent yoksulu ve işçi ailelerinin yaşları 14’e kadar inen çocukları oluşturuyor. Türkçeye tüyücüler olarak çevirebileceğimiz Slogging çetesi Birmingham’daki adi suçların ve “kamu düzenini” olumsuz etkileyen davranışların önemli bir kısmından sorumluydu. Gevşek bir örgütlenme yapısına sahip sloggers, uzun vadeli stratejiler güden bir kriminal ağdan çok, kenar mahallelerde yaygın olan erkeksiliği, sergiledikleri güç gösterileriyle sosyal güce çeviriyordu. Kendini kanıtlamaya can atan yeniyetme bir güruh da bu çetenin devamlılığını sağlıyordu.
19. yüzyılın sonlarına doğru ise dağınık çete oluşumlarının daha rasyonel amaçlarla hiyerarşik hale geldiğini söylemek mümkün. Peaky Blinders çetesi tam da bu ara dönemin ürünü. Sloggers ile yaptıkları mücadeleler sonucunda Birmingham’da baskın güç olarak 1890’lardan sonra kendilerini kabul ettiriyorlar.
Peaky Blinders, küçük hırsızlık ve koruma karşılığında haraç gibi suçların yanında bahis sektörüne de el attığındaysa sonunu hazırlıyor. Zira bu sektörde diziden de yakından tanıdığımız Birmingham Boys ve Billy Kimber hâkimiyeti var. Diziden takip ettiğimiz hikâyenin tersine bahis savaşlarının galibi Birmingham Boys oluyor. 1910’dan sonra Peaky Blinders ismi sadece hoş bir hatıra olarak dağınık sokak çetelerinin kendine yakıştırdıkları isim olarak kalıyor.
Birmingham’da Peaky Blinders’ın 1910’da sönümlenmesi, İngiltere’nin büyük işçi kentlerinde savaş ve savaş sonrası dönemde sokak çetelerinin geri planda kaldığı anlamına gelmesin. Dizideki hikâyeyle paralel olarak Londra’da Camden Town’da etkin Yahudi çeteleri ve Sabini çetesi gibi bahis organizasyonlarında öne çıkan mafya grupları İngiltere sosyal tarihinde öne çıkan aktörler. Fakat bir soru da akla takılmıyor değil. 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl başında Britanya İmparatorluğu, üzerinde güneşin batmadığı bir süper güç. Hindistan’ı binlerce kilometre öteden sömürebilen koca Britanya İmparatorluğu, kendi başkentinde ya da Londra’dan 200 km uzaklıktaki Birmingham’da neden düzeni sağlayamıyor ve iktidarı paylaşmak zorunda kalıyor?
Churchill’in direktifiyle Birmingham’a gelen Müfettiş Campbell’ın Birmingham’da istediğini yapabilmek için hangi ortaklıklar kurmak zorunda kaldığını düşündüğümüzde dönemin devlet ve toplum arası ilişkileriyle ilgili birkaç ipucu yakalayabiliyoruz. Hatta bir adım ötesinde devlet ve toplum dediğimiz alanların aslında ne kadar iç içe geçtiği gerçeği de kendini ele veriyor. Halbuki çok değil, iki yüzyıl kadar önce devlet dediğimizde sadece güce sahip bir egemen ve etrafındaki bir grup anlaşılıyordu. Toplum diye özerk bir aktörü ise ne kadar arasak da bulamazdık.
“Katı olan her şey buharlaşıyor”
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başında toplumlar baş döndürücü bir hızda değişti. Bu değişim sadece siyaset alanını değil, basit sosyal etkileşimlerden aile ilişkilerine kadar her alanı dönüştürüyordu. Devletin hantallığından toplumu yakalayamadığı, yönlendirmeye gücünün yetemediği bir zaman dilimi bu dönemler. Bu radikal değişimde de Sanayi Devrimi’nin başat rolü tartışılmaz ama hikâyeyi birkaç adım başa sarmakta fayda var.
İngiltere’de kırsal alan 16. ve 17. yüzyılda önemli değişimler geçirmeye başlar. Neolitik devrimden bu yana insanlar bir şekilde işleyebildikleri topraklarla karınlarını doyurabiliyor, kalan ürünlerini de satarak yıl boyu asgari olsa da geçimlerini sağlayabiliyorlardı. 16. yüzyıldaysa tarım alanlarını toplulaştırma girişimleri hız kazandı ve toprağın genel mülkiyet yapısı özel mülkiyete doğru hızla evrilmeye başladı. Bir yandan da tarımsal üretim, sanayinin isteklerine boyun eğmeye başlamıştı. Birçok tarımsal alan, tekstil endüstrisinin ihtiyacı olan hayvancılık için kullanılmaya başlandı. Sonuçsa insanın kendi ürettiği bir kıtlık ve yoksullukla karşı karşıya kalmasıydı. Kırsal alanda aç kalma tehlikesi yaşayan insanlar kitleler halinde kentlere akın etti.
Tabii ki bu durum, özel mülkiyetin üzerinde tartışmaya bile gerek duyulmayan bir gerçek haline bir anda geldiği anlamına gelmesin. Özel mülkiyet, ortak mülkiyetin bir norm olarak kabullendiği kırsal alanlarda legal zorlama yollarıyla kabul ettirilmeye çalışıldı. Köylülerin mülkiyetin özelleşmesine verdiği her tepki de kaçınılmaz olarak illegal olmak zorundaydı.
Burjuvanın özel mülkiyet iddiasını yeni yeni norm haline getirdiği erken dönemlerde, kaçakçılık ve yasadışı avlanma kırsalda yaşayan insanların normal aktivitelerinden biriydi. Bu nedenle 17. ve 18. yüzyıllarda yasadışılık kavramının içeriğinin yükselen burjuvazi sınıfının çıkarlarıyla paralel gitmesi çok da sürpriz olmamalı. Özel mülkiyetin devlet ve burjuvazi eliyle kurumsallaşmasına tepki de 19. yüzyılda anarşizm üzerinden şekillenen hareketlerle siyaset sahnesinde kendini gösterecek. Fakat mülkiyet meselesi üzerinden şekillenen yasallık-yasadışılık ikiliğinin 17. ve 18. yüzyıllardaki çatışmadan kaynağını alarak 19. yüzyılda işçi şehirlerindeki gençlik çetelerini beslediği de öngörülebilir.
Özel mülkiyetle savaş, kırsaldakiler için kazanılabilecek bir savaş değildi. Çok kısa süre içinde köyler büyük ölçüde boşaldı. Buhar teknolojisinin gelişimi gibi teknolojik yeniliklerle sanayi üretiminde patlama olmasına ramak kala oluşan bu nüfus hareketi, emek yoğun endüstri sektörleri için bulunmaz bir nimetti. Nimeti aynı ölçüde kıymetsiz hale getiren ise yoğunluğuydu.
19. yüzyılın ilk yarısında bir işçi, kendini ve ailesini hayatta tutmaya zar zor yetecek parayı günde 15 saat çalışarak kazanabiliyordu. Üstelik işveren için dışarıda bekleyen işsizler ordusundan biriyle hemen değiştirilebilecek değerdeydi. Yoğun göçler sonucu oluşan işçi kentlerinde yaşam günümüz için bir distopyayı andırıyordu.
İşçilerin yaşam koşulları, insani şartları o kadar zorluyordu ki sadece mülkiyet sahiplerinin oy kullanabildiği kısıtlı bir temsiliyetle bile İngiltere parlamentosu 1847’de çıkarttığı kanunla günlük çalışma saatini tüm sektörlerde 10 saate düşüren yolu açtı. İnsani çalışma sürelerinin yaygınlaşması zaman alsa da bu dönem işçilerin kendi mücadelesinin yanında düzenleme yanlısı liberaller ve ağır çalışma koşullarının toplum yapısına verdiği zararlardan şikâyetçi bazı muhafazakârlar da çalışma sürelerini uzatmak isteyen kapitalistlere karşı çıktılar.
Çalışma sürelerinin düzenlenmesi, İngiltere’de işçi sınıfının uğruna mücadele ettiği konulardan sadece biriydi. Aslında işçiler de eşitlik ve adalet isteyen gruplardan en önemlisi ama sadece bir tanesiydi. 19. yüzyıl İngiliz toplumu adaletsizliklerle doluydu ve proletarya ve burjuva ekseni başta olmak üzere din, etnik köken ve cinsiyet ekseninde gruplar bu adaletsizliklere başkaldırıyorlardı. Toplumun aktif şekilde bir şeyleri değiştirmeye çalıştığı ve bazı durumlarda başardığı bir dönem 1800’ler ve 20. yüzyılda 1917 Ekim Devrimi gibi daha nicelerine de ortam hazırladı.
Komünistler, IRA ve Çeteler
Müfettiş Campbell, Birmingham polislerine yaptığı ilk konuşmada kafalarını teker teker keseceği üç gruptan bahsediyor: Komünistler, İrlanda özgürlükçüleri ve adi suçlular. Bu üç grup, dönemin yasadışılığının tanımını oluşturuyor.
Komünistler ve İrlanda özgürlükçüleri belli grupların çektiği adaletsizlikler için bir reçete etrafında mücadele eden gruplar. İngiltere, ekonomik üretimin işçi sömürüsüne en fazla yaslandığı ve proletaryanın sınıf bilincinin yavaş yavaş oluşmaya başladığı bir yer olarak Karl Marx tarafından devrimin patlayacağı ilk yer olarak görülüyordu.
Fakat İngiltere’de 19. yüzyılda adım adım değişen devlet ve toplum ilişkisi, işçiler arasında mevcut siyasi sistem içindeki çözüm arayışlarını öne çıkardı. Buna rağmen entelektüel anlamda komünizm fikri taraftar toplamaya ve belli işçi grupları arasında etkin olmaya devam etti. Beklenmedik bir şekilde Rusya’da gerçekleşen 1917 Ekim Devrimi ise Sovyetler Birliği’nin kurulmasıyla komünizm hareketini uluslararası bir seviyeye çıkardı. Devrimin gerçekleşmeyeceğine dair şüpheler Ekim Devrimi’yle yerini gelecek için umuda bıraktı.
Peaky Blinders’taki Freddie Thorne da aslında tam da bu umudu taşıyan bir karakter. Birmingham, silah endüstrisinin en önemli merkezlerinden olduğu için BSA’de etkin bir işçi hareketi başlatmak onun için çok önemli. Savaş sonrası yılgın kitlelere ütopyayı anlatıp motive etmeye çalışıyor. Thomas Shelby ile diyaloğu oldukça çarpıcı. Bir soruşturma için Shelby gibi bir bahisçiyle aynı dosyada olmaktan rahatsızlık duyan Thorne’nun, “Ne gibi bir ortak noktamız olabilir ki?” sorusuna Shelby, “İkimiz de yoksullara yanlış umut veriyoruz, tek farkımız benim atlarımın bazen kazanma şansı olması,” cevabını veriyor.
Fakat 1919’da Freddie’nin verdiği umudun Ekim Devrimi’yle biraz daha gerçekçi temelleri olmaya başladığına da şüphe yok. Bu nedenle İngiliz devletinin de komünistler tarafından ele geçirilme ihtimali olan silahlar konusunda alarmda olması çok sürpriz değil. Dizide Thorne’un hikâyesine daha fazla devam edemiyoruz çünkü savaş sonrasında 20 milyon can alan İspanyol gribinin kurbanlarından biri oluyor.
Bir diğer grupsa I. Dünya Savaşı’nda Britanya İmparatorluğu’na ufak çaplı bir şok yaşatan İrlanda cumhuriyetçileri. Cranberries’in unutulmaz “Zombie” şarkısında atıfta bulunduğu 1916 Easter İsyanı, 1919’da İngiltere’nin yanı başındaki İrlanda’nın tam bağımsız olmasına giden yolu açmıştı. Fakat İrlanda adasının kuzeyinde, Belfast ve çevresindeki Protestan ve Katolik nüfus dengesi 20. yüzyılın önemli bir kısmına yayılan Kuzey İrlanda sorunun da temelini oluşturdu.
1919-1921 aralığında İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu (IRA), Kuzey İrlanda’daki İngiliz işgaline karşı yoğun bir gerilla savaşı yürütüyordu. Bu hassas dönemlerde Müfettiş Campbell, Belfast’ta görevlendirilmiş ve dizi hikâyesindeki anlatıdan müfettişin, Belfast ve Birmingham’da kuralları aynı şekilde uygulamadığını görmek mümkün. Kısıtlı hükümet ve vatandaşların devredilemez hakları olduğu üzerine kurulan liberal yaklaşımın devlet ve toplum ilişkilerini yoğun şekilde etkilediği İngiltere’de, sözkonusu devletin güvenliği olduğunda işkence, yargısız infaz ve suikastin olağan uygulamalar haline gelmesi de oldukça dikkat çekici.
Ve suç çeteleri. Toplumdaki adaletsizlikten doğan ama belli bir siyasal ya da sosyal amaçtan öte ekonomik ya da gruba üyelik gibi motivasyonlarla beslenen gruplar. Peakies sadece kapkaç yapan bir grubu değil, daha geniş ve karmaşık görünümlü bir ağa atıfta bulunuyor aslında. “By the Order of Peaky Blinders” deyişi, Shelby ailesinden öte farklı kurumlardaki muhbirlere ve bazı polislere uzanan geniş bir ağı kapsıyor. Bu aktörler arasında bağlar çok güçlü değil ve her an ekonomik motivasyonla değişebilir ki aile mefhumunun bu ağın merkezinde olması da bundan dolayı. Tarih boyunca aile, bu güven meselesini en ucuza çözen kurum olarak öne çıkmıştır.
İki savaş arası dönem, İngiliz toplumunun önemli değişimler geçirdiği, ideolojik veya ekonomik motivasyonla örgütlenmiş grupların çatıştığı ve devletin de topluma doğrudan dahil olduğu, birçok aktörün dinamik ilişkilerle birbirine bağlandığı bir zaman dilimi. Arka plandaki bu karmaşayı bir çete ailesinin maceraları üzerinden gayet gerçekçi şekilde veren Peaky Blinders, iyi bir dönem dizisi olduğunu kanıtladı.