Kadınlar, Hikâyeler ve TV
Selin Uzal’ın televizyonda hikâye anlatımı ve kadınlar konulu bu incelemesi Episode’un 24. sayısında yayımlanmıştır.
Hikâyeler gerçekliğimizi şekillendirirler. Kulağa büyük bir cümle gibi geliyor, farkındayım ama değil. Storycraft adlı senaryo kitabında harika bir paragraf var, Jack Hart şöyle diyor:
“Hikâye anlatımının çok geniş bir uygulama alanı olmasının sebebi, özünde, evrensel olan insani ihtiyaçları karşılamasıdır. Hikâyeler, bir aksiyonun nasıl bir diğerine sebep olduğunu göstererek, içinde yaşadığımız bu kafa karıştırıcı dünyaya bir anlam kazandırırlar. Akranlarımızın ve diğer insanların kendi hayatlarındaki zorluklarla nasıl baş ettiklerini aktararak bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretirler. Bütün hepimizi birbirimize ve etrafımıza bağlayan evrensel anlayışları keşfetmemizi sağlarlar.”
Üstünkörü geçmeyelim. Bir kısmına özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum. “…bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretirler…”
Evet, hikâye anlatımı yani ekranda izlediğimiz diziler ve filmler, bize nasıl yaşamamız gerektiğini gösterirler. Hayır, sadece eğlence araçları veya kâr amacı güden ürünler değillerdir. Her biri, ne sebeple yapılırsa yapılsın, içinde bir anlayış, bir ders ve bir çıkarım bulundururlar. Fark etseniz de etmeseniz de.
Eski zamanlarda yani hikâye anlatımı henüz dilden dile yayılırken, belki dünya üzerinde elle yazılmış tek tük kitap varken, ateşin etrafına oturulup hikâyeler anlatıldığı o eski yıllarda hikâye anlatımı toplumu eğitmek ve bilgilendirmek için kullanılırdı. Bunun en belirgin örneği, İncil’dir. İncil tamamen bir hikâye kitabı olmakla birlikte hikâyelerdeki davranış ve seçimlerden ders çıkartılıp okuyanlar tarafından hayatta -bu hikâyelere göre- bir yol izlenir.
Günümüzün ana akım TV mecrası da en etkin hikâye anlatım formlarından biridir.
Size sorum şu: Kadınların gerçekliğini nasıl şekillendiriyoruz?
Kadınların nasıl yaşamaları gerektiği hakkında, kadınlara ve erkeklere neler söylüyoruz? Kadın olmak ve bu hayatta seçimler yapmakla ilgili nasıl bir anlayış oluşturuyoruz?
Hemen bir bakalım:
Evdeki televizyonda izlediğiniz şeyleri bir düşünün, kadın figürü ve kadın karakterler dendiğinde gözünüzde ilk ne canlanıyor?
Gözünüzde canlanan bu kadın imajı, etken bir yapıya mı sahip yoksa edilgen mi?
Kendi derdini nasıl anlatıyor? Ağlayarak mı? Sızlayarak mı? Konuşarak mı? Kavga ederek mi? İçine kapanarak mı? Saldırarak mı? Cinselliğini kullanarak mı?
İçinde yatan kişilik nasıl? Temelde iyi niyetli mi yoksa art niyetli mi? İlişkileri hangi amaç ve çıkarlara göre yönetiyor?
Peki ya çevresi? Bu kadını hangi hataları, hangi davranışları, hangi seçimleri için yargılıyor veya ödüllendiriyorlar?
Gözünüzün önüne geldi mi bu kadın, kadınlar ve çevreleri? İşte şu anda bu sorulara verdiğiniz cevaplar, kültürel olarak bize bir kadının kim olduğuna dair anlatılanların ta kendisidir.
Kültürümüze negatif etkisi olduğunu düşündüğüm, sıkça TV’de rastladığımız birkaç kadın karakter analizini sıraladım.
1. Sosyal statüsünü yükseltmek için art niyet ve çıkar temelli özel ilişkiler kuran kadın antikarakter.
2. Cinsel istismar gibi ciddi bir suça maruz kalmış ancak kendisini ve özlük haklarını savunamayan, bunları savunamadığı bir çevrede yaşayan ve bu durum karşısında çaresiz bırakılmış kadın ana karakter.
3. Abileri, babaları ve aile içindeki yaşça büyük erkek karakterler tarafından sözüne güvenilmeyen, takip edilen, kendi karar ve seçimlerini yapmasına izin verilmeyen, kendi kararlarını diretirse ciddi zararlar gören ve görmesi normal bulunan (fiziki şiddet dahi olabilir) genç kız veya eş ana karakter.
Bu yazıdaki naçizane önerim ve temennim, ekranda izlediğimiz işlerin, kadınların hayatlarındaki gerçek sıkıntıları irdelemeleridir.
İsteğim, yaratılan çatışmaların ve karakterlerin gerçek hayata dokunmaları, gerçek insanların uğraşlarını sembolize etmeleri…
Televizyonu açtığımda kendi toplumumuz, sosyal hayatımız ve özellikle de kadınlar hakkında üstüne düşünülmüş ve yaşantımızla bağdaştırılmış içerikler görmeyi umuyorum.
Hikâye anlatımının temel amacında olduğu gibi sosyal, kişisel, politik ve ekonomik problemlerimizi bize aktarmaları ve bu problemler içerisindeki büyüme yolunu göstermeleri… Gerçekte yaşadığımız duygularımızı ekranda bize gösterip maneviyatımıza dokunmaları…
Çok bilinen, yer ve zaman fark etmeden hepimizin özdeşleşebildiği, dünya kültüründen bazı film örnekleri vereyim. Sefiller, Çikolata, Babam ve Oğlum, Piyanist, Hayat Güzeldir, Bir Zamanlar Askerdik, Küçük Kadınlar gibi… Hepsi, insanlığın iyilik yolundaki büyüme sancılarından kesitler…
Sefiller’i ele alalım. Günümüze kadar gelmiş, tekrar tekrar filmi çekilen bu eserin kült olmasının sebebi, içinde var olan çatışmaların ülke veya yıl fark etmeksizin insanlığın sorunlarına dokunması ve karakter motivasyonlarının tamamen tatmin edici olmasıyla alakalıdır.
Sefiller’in dokunduğu ana temalar
Adalet ve adaletsizlik: Hakkında pozitif düşünülen adalet kavramının sınırları nelerdir? Kuralları sonuna kadar uygulamak her zaman adil olmak demek midir? Merhamet olmadan adil olunur mu? Kuralları uygulamanın ve uymanın bir sınırı var mıdır? Javert karakteri tam da bu çatışmayı sembolize eden, film boyunca bu çatışmayı içinde yaşayan ve çevresine yansıtan bir antagonist karakterdir. Javert kurallara ne kadar sıkı tutunursa takıntılı bir biçimde yasaları ne kadar uygulamaya çalışırsa çevresine o kadar yarardan çok zarar vermektedir. Karakterin içinde çözümlenemeyen bu çatışma, hikâyenin sonunda intiharına sebep olur.
Toplum içi sınıflaşma: Günümüzde de süregelen bir insanlık gerçeği. Toplumdaki sınıflar arası uçurumdan kaynaklanan aşırı fakirlik, güç dengesizliği, insan hakları eksikliği ve eşitsizliği eserin ana çatışma temasıdır. Mahkemede Jean Valjean olduğu iftirasıyla neredeyse tutuklanan zihinsel engelli mahkûm yan karakterinden tutun temel insani haklara, olanaklara ve ihtiyaçlara ulaşım eşitsizliğini çok ciddi bedellerle ödeyen Fantine ana karakterine kadar, neredeyse bütün karakterler bu uçurumun bir tarafını sembolize etmekteler… Hikâyenin bütün evrelerinde farklı karakterler üstünden insanlığın bu uçurumu kapatmak için nasıl zorluklar ve sınavlardan geçtiklerini deneyimleriz.
Kadın istismarı: Para kazanmak için fahişelik yapmak zorunda kalan, çevresinden neredeyse hiç merhamet veya anlayış görmeyen, kendi bedeni dışında hiçbir varlığı olmayan ancak bunun için küçümsenen Fantine, kadınların asırlardır deneyimlediği cinsel ve fiziksel istismarı ve kadın- erkek eşitsizliğini simgelemektedir.
Özgürlük ve otoriter rejim: Temel insan hakları ve özgürlükleri ile otoriter rejim ve krallık sistemi arasındaki çatışma. Hikâyenin içine kurulu olduğu ana olay örgüsü Fransız Devrimi yani sokakta özgürlükleri için ölen gençlerle baskı sisteminin koruyucusu olan asker ve polisler arasında süregelen çatışma, hikâyenin temelini oluşturmaktadır. Halkın o günkü aşırı ekonomik sıkıntısı, açlık, eğitimsizlik, fakirlik ve krallık sisteminin getirdiği sömürü eserde bir ana çatışma olarak işlenmiştir. Yazar, sadece iki hayali karakter arasında ilişkiler örgüsü kurmaktansa her bir karakteri ve halkı sosyolojik bir örnek olarak kullanmıştır.
İnsanlık tarihinin en belirgin dönüm noktalarından olan Fransız Devrimi, bu temaları işlemek için şüphesiz çok keskin ve etkileyici bir olay örgüsü seçimi. Tam da bu yazıda bahsetmek istediğim gibi Victor Hugo, Fransız Devrimi ve dönemi sırasında kendi toplumunun deneyimlediği bu sancıları gözlemlemiş, deneyimlemiş, irdelemiş ve vardığı sonuçları bize hikâye formunda aktarmıştır. Kanımca yazarlığın, senaryo yazarlığı da dahil olmak üzere, ulvi denilebilecek görevi budur.
Yarın televizyonu açtığımda kendi toplumumuz, sosyal hayatımız ve özellikle de kadınlar hakkında bu tür üstüne düşünülmüş ve yaşantımızla bağdaştırılmış içerikler görmeyi umuyorum.
Güzel bir örnek: Alev Alev
Tam da bahsettiğim konulara cesurca değinilmiş, çatışmalar ve karakterler toplumumuzdan gözlemlenerek yaratılmış ve hikâyenin gelişme şekli sosyolojik açıdan eleştirel olduğu kadar da yapıcı. Nedir bu çatışma konuları?
Kadın cinayetleri: Üç ana karakterden birisi olan Cemre, hayatına eski düzende devam ederse sonunun bir kadın cinayeti olacağını açıkça ifade etmekte hatta haykırmakta. Cemre karakteri tamamıyla kadına karşı fiziki şiddeti, psikolojik şiddeti ve kadın cinayetlerini konu alan bir yolculuktan geçmekte. Bu çatışmanın içinden nasıl sıyrılacağı, çevresinin ne kadar destek olacağı senaryo için olduğu kadar sosyolojik olarak da önem taşıyor. Cemre’nin bu konusu her hafta evlerimize girdikçe bu problemi bize hatırlatması, çözüm yollarına dikkat çekmesi ve toplumu bu sorunla başa çıkmaya itmesi açısından önemli.
Fiziksel ve psikolojik şiddet: Yine Cemre karakteri üzerinden işlenen, ilk bölümlerde açıkça seyirciye geçen fiziksel şiddet ve psikolojik şiddet sorunu. Karakterin orijinal dünyasında, neredeyse her gün bu iki şiddet tipine de maruz kaldığını görüyoruz. Maalesef çevresinden herhangi bir destek bulamamakta hatta hasta olarak kabul edilip şikâyetleri gerçekçi karşılanmamakta. Haberleri açtığımızda birçok kadının fiziksel veya psikolojik şiddet altındayken yardım istediğini, polise gittiğini ancak yeterli önlem alınmaması nedeniyle kocaları veya (eski) sevgilileri tarafından ciddi bir şekilde sakat bırakıldıklarını veya öldürüldüklerini duyuyoruz. Bu noktada, çevresel olarak kadına karşı şiddeti ne kadar ciddiye aldığımız, şikâyetçi kişilere ne kadar kulak verdiğimiz ve onları korumak için toplumun ne gibi önlemleri sistematize ettiği çok önemli. Polis bir koruma sağlayabiliyor mu? Aile bir koruma sağlayabiliyor mu? Sığınma evleri veya dernekler bir koruma sağlayabiliyor mu? Cemre’nin hikâyesinde, karakter maruz kaldığı şiddete karşı yapayalnız. En yakın aile fertleri bile şikâyetlerine inanmamakta ve onu korumaya çalışmamaktalar. Cemre’ye haklı olduğu halde inanılmaması ve koruma sağlanmaması, karaktere karşı yapılan bir haksızlık ve büyük bir hata. Gerçek hayatta da tehlike ve tehdit altındaki kadınlara gerekli sığınma ve korunma olanaklarının sağlanmaması haksızlık olduğu kadar ölümcül bir hatadır. Geri dönülemez ve telafi edilemez sonuçlar ve acılar doğurmaktadır. Bu “koruma ve önlem” anlayışının hem kültürümüze yerleşmesi hem de devletin güvenlik kurumları tarafından daha etkili bir şekilde uygulanması gerektiği aşikâr!
Böylece üstünde durmak istediğim üçüncü çatışma konusuna gelmiş bulunuyorum.
Sindirme ve Baskı Kültürü ile Protesto Kültürünün çatışması:
Yazımın başında bahsettiğim gibi, hikâye anlatımında karakterin kendisi kadar çevresi de bir o kadar önem taşıyor ve mesaj içeriyor. Çevrenin tutumu, bize kendi toplumsal tutumumuzu yansıtıyor. Aynı şey Alev Alev dizisinde de geçerli.
Senaryo, baskı ve sindirme kültürüne karşı çıkmak için özel bir efor sarf etmiş. Gerek isim oyuncuları -kendi kimlikleriyle- senaryoya dahil ederek, gerek sosyal medyayı kullanarak hikâyenin içine, Cemre’nin özlük haklarını savunmasına destek de bulunan birçok farklı unsur yerleştirilmiş. Kitlelerin ve yabancıların bu tür durumlarda nasıl bir turum sergilemesi gerektiğini, nasıl birlik olup haklarını savunma ihtiyacında olan kadınların arkasında durabileceğimizi göstermiş. Senaryodaki bu olay örgüsünü ve gelişme biçimini çok akılcı ve yapıcı buldum.
Cemre karakteri, kendisine uygulanan baskıya başkaldırış şekliyle aslında başkaldırı ve protesto kültürünü de simgeliyor. Maalesef, toplumumuzda protesto kültürünün büyük bir yeri olduğunu söylemek yanlış olur. Var olsa bile, sokaklara çıkıp gerektiğinde protesto etsek bile özel hayatlarımızla ilgili konularda, özellikle kadın ve erkek ilişkileri, aile içi ve mahrem sayılan konularda kapalı bir kültüre sahibiz. Birçok arazı ortaya çıkarmak, etrafımızdakileri rahatsız etmek pahasına haksızlığı ortaya çıkarmak, konuşmak kabul edelim ki bizim ve birçok kültür için hoş karşılanan bir davranış biçimi değil. Bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Hele ki hatasından bahsedilen konu, kurum veya kişi, güç sahibi ve çevresi geniş bir özne ise protesto etmek çok daha negatif bir algı, tepki ve sonuçlarla karşılaşabiliyor.
Cemre’nin baskı ve zulmünü hissettiği kocası tam olarak da bu güce ve sosyal statüye sahip bir kişi. Kadın karakter yazılışıyla ilgili en önemli ve en güzel noktaya geldim. Cemre karakterinin içinde bulunduğu bu zorluk karşısında basına konuşması, kendi haklarını açıkça savunmada aktif davranış biçimi, karakterin kendi inisiyatifiyle aldığı kararlar ve yaptığı davranışlar, mahkemeye gitmesi, kızının peşinden koşması ve senaryodaki kurulumuna göre kendisinden daha büyük bir güce ve inandırıcılık etkisine sahip olan kocasına açıktan meydan okuması şimdiye kadar senaryolarda mağdur ama edilgen, mağdur ama başka bir erkek figürü tarafından korunmazsa kendi sesini çıkaramayan ve savunamayan, ya bu savaşta yenilgiye mahkûm ya da bunu denemeye dahi tenezzül etmeyen kadın karakterlerde sergilenmemiş bir tutum hatta şimdiye kadar TV’de çoğunlukla kadın karakterlere -senaristler ve yapımcılar tarafından- biçilmiş tutumun tam olarak zıddı.
Kültürel olarak şiddetin ve cinayetin normalleştirilmediği ve göz ardı edilmediği toplumsal bir algı ve anlayışımız olabileceğinden hiç şüphem yok. Ama yol uzun.
Cemre’nin yakın çevresine gelince, senaryonun orijinal dünyasında yani karakterlerle tanıştığımızda (ilk bölümde) içinde yaşadıkları duruma bakılırsa Cemre tamamen yapayalnız. Ancak devam eden bölümlerde Cemre’nin yakın çevresini simgeleyen, en yakın akrabası olan Rüya ana karakterinde çok ciddi değişimler görmeye başlıyoruz. Kanımca, Rüya’nın Cemre’nin akrabası olmasına rağmen içinde bulunduğu zulmü ve şiddeti görmemesi ve hatta Cemre’ye inanmaması, aile içinde kadınlara yapılan haksızlığı simgelemektedir. Nasıl haksızlıklar mı? Şöyle: ‘’Kocandır sever de, döver de’’, ‘’Baba evinden bir kere çıkıldı mı bir daha geri dönülmez’’, ‘’Kadın kocasını sinirlendirmemeli’’, ‘’Saldırıya mı uğramış, üstünde ne varmış?”, “Dövmüş mü, hak edecek ne yaptı acaba?’’ Ve bunun gibi…
Rüya, geç de olsa bu yanlışından dönmek ve Cemre’ye hem ihtiyacı olan hem de hak ettiği desteği vermek için ne gerekiyorsa yapmaya hazır hale geliyor. O da eskisi gibi aldanmayacak, sindirilmeyecek ve sessiz kalmayacaktır. Eski körlüğü, inançsızlığı ve Cemre’ye yaptığı haksızlık için derin bir üzüntü duyuyor ve özür diliyor. Bu güzel ve umut verici bir değişim, aynı değişimi biz de yaşayabiliriz. Yakın çevremizdeki, ailemizdeki, benzer durumlardan geçmiş kadın fertlere karşı tutumumuzu değiştirebiliriz. Yakınımızdakiler şiddete maruz kaldıklarında sesimizi çıkarabiliriz. Toplum olarak bu konuyu önceleyebilir ve önlemler alabiliriz. Kadınları ve erkekleri bilgilendirebiliriz. Ceza hukukunu değiştirebiliriz, hafifletici sebepleri kaldırabiliriz. Çocukları okullarda bu konuda eğitebiliriz. Birçok şey yapabiliriz; şimdiye kadar ilgilenmediğimiz veya yapmadığımız…
Rüya ve Cemre, Cemre’nin özlük haklarını savunma ve baskı kültürüne karşı gelme yolculuğundayken bizim toplumsal anlayışımızın da onlarla birlikte bu yolculuğa çıkacağını ve öğreneceğimizi umuyorum. Kültürel olarak şiddetin ve cinayetin normalleştirilmediği ve göz ardı edilmediği toplumsal bir algı ve anlayışımız olabileceğinden hiç şüphem yok. Ama yol uzun. İşte tam da bu sebeple özellikle evimizin içinde dönen hikâyelerin bu veya diğer toplumsal yolculuklarımızın bir sentezi olarak yapılması, irdelemesi, sorgulaması, düşündürmesi, akla getirmesi, inanın ki tatmin edici bir konusu olmayan, birçok dalavere ve yüzeysel motivasyonlarla birbirine bağlanmış, inandırıcılığı ve gerçekçiliği olmayan karakterleri izlemekten çok daha fazla haz verecek ve ilgi çekecektir.
Evlerimize bilet almadan giren, izleme seçimini yapamadan parasını ödediğimiz, her evin içinde oynama gücü ve etkisi olan ana akım işlerimizin hepsi, bizi toplum olarak ileriye taşıyacak içeriklerin türevleri olabilirler. Veyahut en azından evlerimize bilet almadan giren, izleme seçimini yapamadan parasını ödediğimiz, her evin içinde oynama gücü ve etkisi olan ana akım işlerimizin hiçbiri kadın özbenliğine zarar verici, küçük düşürücü, tehdit edici, kültürümüzü ve toplumsal anlayışlarımızı zedeleyen ve zarar veren içerikler olmayabilirler.
Bu bir seçim.