Dune Part Two: Bilimkurgunun Sıra Dışı Zirvesi, Frank Herbert’ın Transhümanist Düşleri ve Çığır Açan Bir Evren
Denis Villeneuve’ün Dune: Part Two (Dune: Çöl Gezegeni Bölüm İki) filmi yılın en merak edilen yapımlarından. Hollywood’daki yazarlar ve oyuncular grevi nedeniyle 2024 takvimine alınan Dune: Part Two, yarattığı “hype” dalgası ile de uzun süredir gündemde.
Ancak Dune: Part Two‘ya geçmeden önce Frank Herbert‘ın çığır açan ve edebiyatı aşan içgörülerinden bahsetmeliyim. İlk olarak bir zamanların ünlü Analog Science Fiction and Fact dergisinde iki bölüm olarak yayımlanan Dune, Frank Herbert’ın hayatını adadığı “magnum opus”u.
Zamanında 20 yayımcı tarafından monologlarının uzunluğu, olay örgüsünün yavaşlığı, karmaşık ve çok katmanlı olduğu gerekçesiyle reddedilen bu eser, bilimkurgunun altın çağını başlatan yazarlardan biri olan John W. Campbell’ın editörlüğünü yaptığı Analog sayesinde gün yüzüne çıkmıştı.
Frank Herbert’ın ekoloji bilgisi dolayısıyla Oregon’un çöl tepelerinden ilham alarak ve çok uzun çalışmalar neticesinde yazdığı Dune, kendisinden sonra kurgulanan birçok ikonik edebiyat ve sinema eserini de doğrudan etkilemiştir. Bunların başında da Mad Max ve Star Wars gibi eserler gelir. Hatta Frank Herbert’ın Star Wars‘un Dune‘un bir kopyası olduğunu düşündüğü ve bu yüzden de Star Wars’tan hoşlanmadığı bilinir.
Tabii bu modern mitlerin ve masalların arkasında Joseph Campbell’ın kült kitabı Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (A Hero With A Thousand Faces) bulunur. Karşılaştırmalı bir mitoloji çalışması olan bu eser, arketipsel kahramanların ve anlatıların yapıtaşıdır. Ancak Dune evreni; Frank Herbert’ın geçmişten geleceğe uzanan diyalektiğiyle, transhümanist düşleriyle ve simgeledikleriyle “seçilmiş kişi” anlatılarından çok daha fazlasını kapsar.
Zaten Frank Herbert da devam romanlarında bu arketipsel yolculuğu kırar ve mesihe dönüşen kahramanlarını dönüştürür. Retro fütürist imgeleri, mekanik araç gereçleri ve alegorileriyle de zihinlerdeki robotlara, yapay zekaya, yüksek teknolojiye yönelik bilimkurgu imajını yıkar.
Bu sıra dışı bilimkurgu destanı; insan doğasının özünden cinsel devrime, dini bağnazlıktan bilimin ötesine, sosyolojik teorilerden psikolojiye, siyasetten ekonomiye kadar çok farklı alanlarda kapsamlı çözümlemeler içerir.
Şeyh Şamil’in Direnişi, Zen Budizmi, Orta Doğu Kültürü ve Devrimsel Çok Yönlülük
Aslına bakılırsa Dune’un kalbinde de İngiliz yazar, tarihçi ve gezgin Lesley Blanch’ın The Sabres of Paradise (Şeyh Şamil Efsanesi: Cennetin Kılıçları) kitabı yatar. “Dağıstan Aslanı” olarak anılan Şeyh Şamil, 1834-1859 yılları arasında yaşanan Kafkas Bağımsızlık Mücadelesi’ne liderlik etmiş tarihi bir efsanedir. Şamil, büyük oğlunu esir alarak St. Petersburg’a götüren Rus çarına yıllarca meydan okumuştur.
Şamil’in savaşçıları siyah cübbeler giyen, siyah sancaklar dalgalandıran ve ölüm şarkıları söyleyen müritlerdir. Bu kanlı direniş ise hem Batı’da hem de Doğu’da yankı bulmuş bir hikayedir. Doğrusu Herbert terminolojik ve estetik olarak Şeyh Şamil’in hikayesinden beslenmiştir.
Fremenlerin giyimi kuşamı, kullandıkları bıçaklar ve fanatizmi buradan gelir. Hatta Fremenlerin yaşadığı gizli siyeçler direkt olarak bu coğrafyadan alınmıştır. Hatta Dune evrenindeki “nemesis” Baron Vladimir Harkonnen ve Harkonnen Hanedanı da Rus emperyalizmini sembolize eder.
Tabii eserde semavi dinlerin kutsal kitaplarından doğrudan yapılan alıntılar, Zen Budizmi, Kabala disiplini, ezoterik doktrinler ve Orta Doğu kültürü de çok önemli bir yere oturur. Dune‘da hayatı devam ettiren ve evreni yöneten “melanj” maddesi yani “baharat” da Orta Doğu’nun jeopolitik önemini belirleyen petrolü simgeler. Frank Herbert makro ölçekte feodal, yozlaşmış ve inanç temelli bir galaktik düzen kurmuştur.
Fakat bu metine bir yapısöküm yapıldığında beyaz “eril” geleneğe ve Protestan ahlakçılığa dair de çok şey görülür. Bilimkurgu, fantastik edebiyat ve korku gibi türlerin köklerine baktığımızda da eril bir oyun alanına sahip olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Elbette ki bu türler günümüzde farklı değişimler yaşıyor, kadın temsilleri ve interseks açıdan ilerici biçimlerde gelişiyor. Ancak Dune‘a baktığımızda, yazıldığı döneme göre hayli ilerde olduğunu söylemek mümkündür.
Örneğin, “Bene Gesserit” adı verilen okültist, cadı topluluğu bu bağlamda en belirleyici unsurlardan biridir. İktidarı belirlemeye çalışan Bene Gesserit’ler, cinsel haz ve orgazm konusunda uzmanlaşmış, çiftleşme programları ile “Kwisatz Haderach”a ulaşmaya çabalayan ve biyopolitik açıdan ele alınması gereken bir kadın örgütüdür.
Ayrıca serideki erkek karakterlerin androjenliği ve heteronormatif algılardan uzak olması da önemli gösterenler arasındadır. Filmlerde çok gösterilmese de romanlarda geniş bir cinsel spektrum mevcuttur ve eşcinsel arzu çok yoğun biçimde ifade edilir. Bunun yanı sıra Fremenlerin sömürgeciliğe karşı duran, ilkel anlamda da komünist ve toplumcu bir hayat süren kabileler olması dikkat çekicidir.
Dolayısıyla Dune serisi kendinden öncekileri yok edip, yerine yenisini koymaya yönelik çok yönlü bir yapıya sahiptir. Bu nedenle bu mitolojinin devrimsel bir tarafı da vardır.
Dune: Alejandro Jodorowsky’nin Hayal Kırıklığından Denis Villeneuve’ün Sinematik Vizyonuna
Buradan Dune‘un sinemadaki macerasına geçecek olursam, Şilili efsane yönetmen Alejandro Jodorowsky‘e bir parantez açmadan olmaz. Açıkçası Jodorowsky bu mitolojiyi sinemaya uyarlamayı hayatındaki en büyük amaçlardan biri haline getirmişti. Dune‘u beyaz perdeye uyarlayabilmek, yapımcıları ikna edebilmek için de zamanında Jodorowsky’s Dune isimli, sınırlı sayıda basılan ve günümüzde koleksiyon değeri olan bir kitap bile hazırlamıştı.
Konuyu bilmeyenler için belirtmem gerekirse, bu kitabın içinde de H.R. Giger, Jean Giraud, Chris Foss gibi başka efsanelerin çizimleri ve hikayeye dair taslaklar yer alıyor. Maalesef Jodorowsky ülke ülke gezmesine rağmen yapımcılardan ve stüdyolardan istediği bütçeleri hiçbir zaman alamadı, saplantı haline getirdiği Dune‘u da çekemedi.
Ancak bu konuyla ilgili Frank Pavich’in Jodorowsky’s Dune isimli harika bir belgeseli mevcut. Belgesel, Jodorowsky istediği kaynağı bulsaydı ve Dune’u sinemaya uyarlasaydı nasıl olacağına dair muazzam bir öngörü sunuyor. Bu yapımı da izlememiş olanlara tavsiye ederim.
Jodorowsky’nin çekemediği Dune‘u, 1984’te David Lynch çekti. Lynch’in filmografisindeki en kötü filmlerden biri olan Dune, bölük pörçüklüğüyle ve dağınıklığıyla ne Lynch’i ne de hayranları tatmin etti. 2000’de Frank Herbert’s Dune ismiyle TV’ye uyarlanan mini dizi ise fena olmayan bir iş olarak hafızalarımızda yer etti ama metin bundan çok daha fazlasını hak ediyordu.
Denis Villeneuve ise çocukluk hayallerinden birini gerçekleştirerek Dune‘u olabilecek en maksimalist ve epik biçimde sinemaya uyarladı. İlk kitabı ikiye bölmeyi tercih eden Villeneuve, ilk filmde Liet Kynes’in cinsiyet değişimi ve ölümü gibi bazı minör değişiklikler dışında metine, olay örgüsüne ve hikayeye de sadık kaldı. Frank Herbert’ın satürasyonlu, fantastik Dune imajinasyonunu da hiperrealist bir biçimde vermeyi tercih eden yönetmen, makro evren inşası, araç gereçler, objeler ve ses tasarımları ile de son dönemlerin en görkemli yapıtlarından birini ortaya koydu.
Villeneuve’ün tercihleri doğrultusunda daha gri, daha tozlu ve daha gerçek bir Dune evrenine tanıklık ettik. Ayrıca kitaptaki “Gom Jabbar” testi gibi karakterlerin yolculuklarında çok önemli role sahip olan detayları da ilk bölümde gördük. Tabii bu evrenin yaratılmasında ve görselliğin oluşturulmasında son yılların en iyi görüntü yönetmenlerinden Greig Fraser’ın da katkısı var. Rogue One ve The Batman‘in de görüntü yönetmenliğini yapan Fraser, karakteristik planları ve kestiği destansı görüntüler ile bu stilize atmosferi katmerledi.
Buradan devam filmine gelecek olursam, Denis Villeneuve’ün Dune: Part Two ile ilk bölümde kurduğu makro evrene boyut atlattığını ve son yılların görsel açıdan en güçlü yapımlarından birine imza attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Villeneuve gerçekten benzersiz bir çöl deneyimi yaşatıyor.
Ancak kaynak metini iyi bilenler, seriyi okuyanlar açısından bu filmde olay örgüsüne, karakter arklarına ve alegorilere dair büyük sapmalar bulunuyor. Dune evreninin bir mitoloji olarak benzersiz olmasının ilk ve en mühim sebebi; dini, sosyopolitik, psikolojik, ekonomik, ekolojik anlamdaki tartışmaları ve insan doğasına dair yansıttıklarıdır. Villeneuve, bu filmde kavramsal bağlamda ve eserin imlediği yerler konusunda zorlanıyor. Üstelik kitaptaki abıhayat (hayat suyu) testi gibi çok kritik bazı detayları da yüzeysel geçiyor.
Kitaptaki finali değiştirmesi, Muad’Dib’in yani Paul Atreides’in kardeşi “Melanet” Alia’yı kullanmaması da çok ciddi bir kırılma. Doğrusu Alia’yı canlandıran Anya Taylor-Joy‘u kısacık bir “vision” olarak görüyoruz. Bunun sebebi de Villeneuve’ün Alia’yı çekmek istediği Dune Messiah‘a saklamak istemesi.
Bunun dışında orijinal metindeki en önemli karakterlerden biri olan Thufir Hawat’ı da Dune: Part Two‘da göremiyoruz. Aslında Thufir Hawat, Leto Atreides’in ölümünden sonra Baron Vladimir Harkonnen tarafından esir alınan ve Piter de Vries’in yerine geçmeye zorlanan bir mentat. Thufir’in varlığı da kitaptaki yan hikaye açısından hayli kritik, çünkü mentatlar Frank Herbert’ın “post-insan” görüngüsünü tanımlayan canlılar. Kökleri de akıllı, düşünen makinelere karşı yapılan “Butleryan Cihadı”na dayanıyor. Ayrıca Paul’ün de Thufir Hawat dolayısıyla bir mentat eğitimi var ve bu kendisini aşmasındaki mühim faktörlerden biri. Maalesef bu ayrıntıları filmlerde göremiyoruz.
Yine de bu devam filmindeki evren inşasının ilk filmi aştığını vurgulamalıyım. Filmin 166 dakikalık uzun süresini iyi kullandığını ve bir tempo sorunu yaşamadığını da belirteyim. Fakat bana kalırsa Dune: Part Two‘nun esas yıldızı Harkonnen şeytaniliğini ve zalimliğini sonuna kadar gösteren Austin Butler. Feyd-Rautha karakteri ile bütünleşen Austin Butler, kariyer performanslarından birini çıkarıyor.
Sonuç olarak Dune: Part Two, Denis Villeneuve’ün sinematik vizyonunu gösteren, görselliğiyle nefes kesen ve ikonik anlara sahip bir yapım. Son söz olarak ise bilimkurgunun tanrılarından Arthur C. Clarke’ın altını çizdiği benzetmeye yer vereyim: “Dune, The Lord of the Rings (Yüzüklerin Efendisi) ile kıyaslanabilecek tek şaheser kurgu serisidir.”