Sex and the City, devam serisi And Just Like That…’in 3. sezonunun geçtiğimiz mayıs ayında HBO Max’te yayına girmesiyle yeniden gündeme oturdu. Fakat 90’ların kült dizisi, 2024’ün sonlarından beri Z kuşağının gündemindeydi. TikTok ve Instagram’da dizinin giriş müziği kullanılarak çekilen sayısız kısa video,“Carrie eteği” olarak anılmaya başlanan midi etekler, bol anakronizmli karakter analizleri ve elbette internette fırtına gibi esen Hasçelikler and the City YouTube dizisi, Sex and the City’nin günümüzdeki etkisini kanıtlar nitelikte.
Ben de henüz bu yıl, Z kuşağından biri olarak sitcom türünün en popüler yapımlarından biri olan bu diziyi izleme fırsatı buldum. Dizinin odağında dört kadın karakterin olması beni kendine bağlaması için yeterli oldu. Fakat yine de Carrie’nin dediği gibi “düşünmeden edemedim”, Z kuşağı Sex and the City’yi neden bu kadar çok sevdi? Bu soruyu, arkadaşlarımla yaptığım uzun konuşmalardan, takip ettiğim internet trendlerinden ve tabii ki kendi fikirlerimden yola çıkarak yanıtlamaya çalışacağım.

Öncelikle ergenliğini 2000’lerde yaşayan Z kuşağı, müzik endüstrisinde Destiny’s Child’dan Spice Girls’e, Hepsi’den Little Mix’e, TV ekranlarında ise Powerpuff Girls’ten Totally Spies’a, W.I.T.C.H.’ten Winx’e sayısız kız grubuyla büyüdü. Her biri ayrı bir kişiliğe sahip olan kız grubu üyeleri, Z kuşağına hem kendilerini bulmaları için bir örnek hem de birer idol oldular. Örneğin ben ilkokuldayken dönemin en popüler kız grubu Hepsi için “Ben Gülçin’im”, “Cemre benim!” kavgaları edilirdi. Asi ruhlu kızlar Yasemin olduğunu, hayvanlar ve doğayla özellikle ilgilenen kızlar Eren olduğunu söylerlerdi. Kızların hem farklı arketipleri temsil etmesi hem de gözümüzde son derece havalı figürler olması onların bu popülerliğine temel oluşturdu. Bu başarılı formül henüz ilk albümü “Manifestival”i çıkaran yeni nesil kız grubu Manifest için de uygulanıyor.
Fakat Z kuşağı artık mavi önlük giymiyor ve kokulu silgileriyle okul sıralarında oturmuyor. Bunun yerine bir kısmı üniversiteye giden, bir kısmı yeni mezun ve gelecekte ne yapacağını düşünen, bir kısmı da bir süredir iş dünyasına atılmış bu kuşak, 20’li yaşların belirsizliğinin ortasında hayatı öğrenmeye çalışıyor. İşte bu noktada 30’larında, bekâr, mesleğiyle kendi ayakları üzerinde duran ve heyecanlı hayatlar sürdüren Sex and the City kadınları, yetişkin olmaya çalışan Z kuşağının elinden tutuyor. Bu kadınlar hem farklı arketipler ortaya koyarak bize yakın ve gerçek hissettiriyor hem de yaşadıkları maceralarla romantik ilişkilerden beden algısına, çocuk sahibi olmaktan toplumsal cinsiyete kadar çeşitli konuları tartışmaya açıyorlar. Gelin, önce bu karakterlerin yarattığı arketiplere yakından bakalım.
Carrie Bradshaw, hazır cevaplığıyla girdiği ortamlarda kısa sürede kendini sevdiren, flörtöz kişiliğiyle eğlenceli tiplerle takılan, en kötü gününde bile göz alıcı bir kombinle karşımıza çıkan kaotik bir karakter. Dizide genelde elinde sigarasıyla bilgisayarının başında köşeyazısını yazarken ilişkileri ve şehir hayatını anlamlandırmaya çalışan bu karakter, daima tutkularının (Mr. Big ve ayakkabılar) peşinden gidiyor. Romantik ilişkilerinde yaptığı hatalardan dolayı bolca eleştirilse de Carrie, özellikle Mr. Big ile ilişkisinde izleyen herkesin kendinden bir parça bulacağı inişler ve çıkışlar yaşıyor. Terzi kendi söküğünü dikemiyor işte!

Z kuşağının tartışmasız favorisi Samantha Jones ise özgüvenli ve zamanının ötesinde olan dünyaya bakış açısıyla tanınıyor. Dizinin ilk yayınlandığı dönemde, cinsellik hakkındaki fikirleriyle seks üzerine köşeyazıları yazan Carrie’nin bile “aşırı” bulduğu Samantha, bugün grubun en çağdaş karakteri olarak öne çıkıyor. Fakat bu önyargısız ve kendinden emin kişiliğin altında özellikle yaşlanmak hakkında derin güvensizlikler yaşayan bir kadın da var. Böylece bu iki niteliğin aynı insanda bulunabileceğini gösteren Samantha, sağlam bir karakterin kırılgan parçalarla da inşa edilebileceğini kanıtlıyor.

Miranda Hobbes ise keskin zekâsı ve dobralığıyla biliniyor. Maskülen stereotiplerini gururla taşıyan Miranda, kariyerini ve bağımsızlığını her şeyden üstün tutuyor. Bazen sevgiye ve yardıma ihtiyacı olduğunu itiraf edemeyen bu karakterin gücünü arkadaşlarından aldığını görmek ise soğuk dış görünüşünün altında yatan şefkate işaret ediyor. Yumuşak tarafını sergilemeyi öğrendikçe ve hayatının sıkı sıkı tuttuğu iplerini gevşettikçe gözümüzün önünde gelişen ve değişen bu karakter, bize de bir şeyleri akışına bırakmamız gerektiği hatırlatıyor.

Son olarak Charlotte York, ilişkilere daha geleneksel bir yerden bakan, nahif ama prensiplerinin arkasında duran bir karakter. Sex and the City‘de en büyük hayalinin evlenmek ve bir aile kurmak olduğunu devamlı ifade eden Charlotte ayrıca uslanmaz bir romantik. Bu romantikliği nedeniyle yaşı hakkında yalan söylemekten tutun bir gecede evlenmeye karar verecek kadar büyük adımlar atan karakter üzerinden lezbiyenlik ve drag king kavramları da işleniyor. Böylece Charlotte’ın genel kanının aksine muhafazakâr bir figür değil, hayallerinin peşinden tükenmek bilmeyen bir hevesle giden, dinamik bir karakter olduğunu söyleyebiliriz.

Saydığımız özellikleri nedeniyle hem hayranlık duyduğumuz hem de kendimizden birer parça bulduğumuz bu kadınları her kız grubunda olduğu gibi idolleştiriyoruz. İdolleştirdiğimiz karakterler, yaşadıkları olaylar ve aralarındaki diyaloglarla da bize birçok şey öğretiyor. Her bölüm bizi belki de hiç yaşamayacağımız ilişkilere şahit eden dizi, bir münazara ortamı yaratırken kılavuz görevi de görüyor.
Bu dört kadının arkadaşlığı hepimiz için ortak bir buluşma noktası yaratırken belki de ebeveynlerimizle “ayıp” diye konuşmadığımız konuları onlardan izliyor ve öğreniyoruz. Bu da Sex and the City kadınlarını birer idolden daha fazlası, birer yol gösterici kılıyor.
Örneğin Carrie, 3. sezon 1. bölüm olan “Where There’s Smoke”ta oldukça karizmatik ve romantik bir siyasetçi olan Bill ile tanışıyor. Kısa sürede Bill’in şaşırtıcı fetişini öğrenen Carrie, gözümüzün önünde “ne yapmalıyım” sınavı veriyor ve bize de aynı durumda olsaydık ne yapardık sorusunu sorduruyor. Aynı durumu Mr. Big ile dizi boyunca bitmek bilmeyen ilişkisinde de yaşıyor; biz de kendi toksik ilişkilerimizi sorguluyor ve Carrie’nin içinde bulunduğu kısırdöngüden ders çıkarıyoruz.
Benzer şekilde Charlotte, 1. sezondaki “The Baby Shower” bölümünde hamile arkadaşları Laney’yi ziyarete gittiklerinde onun, kızına koymak istediği ismi çaldığını öğreniyor ve büyük bir şok yaşıyor. Laney’ye kabalık etmek istemeyen ama yaşadığı şoku gizleyemeyen Charlotte’ın imdadına Samantha yetişiyor ve Laney’ye haddini bildiriyor. Bu örnek, bekâr kadınların hamileliğe yaklaşımı ve bu iki grubun birbirleri hakkında önyargılarını da gözler önüne seriyor. Charlotte için hamilelik ve bebeğine koyacağı isim son derece önemliyken Samantha eskiden beraber partilediği Laney’ye, hamile kaldığı için işi bitmiş gözüyle bakıyor. Bölümün sonunda anne olmanın harika bir duygu olduğunun altı çizilse de etrafını çocuklarından başka bir gündemi olmayan komşularının çevrelediği (biraz da karikatürize edilmiş) Laney karakteriyle toplumun, annelerden yaşamlarını nasıl değiştirmelerini beklediklerinin bir tablosu çiziliyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin yarattığı baskıya karşı şimdiye kadar en kapsamlı mücadeleyi veren Z kuşağı, bu bölümde farklı bakış açılarını görme fırsatı buluyor.

Sevdiğim bir başka örneği de Miranda üzerinden vermek istiyorum. 2. sezon 14. bölüm “The Fuck Buddy”de, son derece sert ve asabi Kevin ile tanışıyoruz. Miranda onun bu sert mizacından hoşlansa da kısa sürede Kevin’ın şiddete eğilimli olduğunu fark ediyor ve onu terk ediyor. Yine de bu kararı vermeden önce Kevin’ın dökülen birasını sinirlenmesin diye temizleme telaşına giren Miranda, en güçlü görünen kadınların bile şiddet karşısında başta afallayabileceğini ve onu idare etmek zorunda hissedebileceğini gösteriyor. “Sizin suçunuz değil, siz yeter ki hazır hissettiğiniz anda o masadan kalkın” mesajı veriliyor. Bu örnek, maalesef kadına yönelik şiddete karşı gereken önlem ve bilincin hâlâ oluşturulmadığı toplumumuz için büyük önem taşıyor.
Böyle uç örnekleri belki de hiç deneyimlemeyeceğiz fakat Sex and the City kadınları, tecrübeleriyle bize nasihat veren büyük kız kardeş gibiler. Onların girdiği zorluklardan nasıl sıyrıldıklarını öğrenmek ve yaptıkları seçimlerden ders almak bize kalırken ışıltılı hayatları ve dur durak bilmeyen romantik maceraları da bu kadınları vazgeçilmez bir eğlence kaynağı haline getiriyor. Onların ellerinde Cosmopolitanları ile attığı kahkahalarla mutlu oluyor, birbirlerinin omzunda döktükleri gözyaşlarına üzülüyoruz.
Sonuç olarak Sex and the City‘i bu denli bağrına basan Z kuşağının, küçük yaşlardan gelen kız grubu kültürünü bu diziyle de devam ettirdiğini düşünüyorum. Bu dört kadının arkadaşlığı hepimiz için ortak bir buluşma noktası yaratırken belki de ebeveynlerimizle “ayıp” diye konuşmadığımız konuları onlardan izliyor ve öğreniyoruz. Bu da Sex and the City kadınlarını birer idolden daha fazlası, birer yol gösterici kılıyor. Ne de olsa bu hayatta olabileceğiniz en havalı şey, bağımsız ve kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olmak değil midir?
Bu yazı, Episode Dergi’nin 60. sayısında yayımlanmıştır.