Dizilerde kimi zaman en büyük fırtınaları koparan şey ne entrikacı kaynana olur ne de yakışıklı jön; bazen küçücük bir obje bütün koca senaryonun kaderini belirler. Masum görünen bir kolye bir anda gizli aşkı ele verir, tozlu bir kutudan çıkan mektup aile sırlarını darmadağın eder, USB belleğin içindeki bir dosya koca imparatorlukları yerle bir eder. Karakterler sahnede ağlar, güler, kavga eder, âşık olur ama asıl kıyamet o küçücük objenin ortaya çıkmasıyla kopar. Öyle ki kimi zaman seyirci, oyuncuların performansını bir kenara bırakır da ekrana kilitlenip, “Hadi artık o zarf açılsın!” diye sabırsızlanır. İşte bu yüzden objeler, bazı dizilerin gizli başrol oyuncuları gibidir; konuşmazlar ama bütün senaryoyu yönlendirirler.
Objelerin olay örgüsünü yönlendirdiği iki güzel diziye bakacağız: Meksika yapımı Unspeakable Sins (Korkunç Günahlar) ve Türkiye’den Geleceğe Mektuplar.
Meksika’dan çıkan yeni bir fırtına var. Fırından yeni çıkmış, sıcacık dumanı üzerinde: Unspeakable Sins, İspanyolca adıyla Pecados Inconfesables. Bu diziyi bu yaz Netflix kucağımıza bıraktı ve biz de bir oturuşta bölüm üzerine bölüm izler olduk. Toplam 18 bölümden oluşan bu gerilim draması kısa sürede ekranların “günah çıkarma seansı”na dönüştü. Dizi tam bir “Ne olacak şimdi?” şöleni.

Hikâye, Helena adında genç ve güzel bir kadının hayatı üzerinden dönüyor. Helena, zengin ama acımasız kocası Claudio’nun şantajlarının gölgesinde yıllardır ezilmiş, nefes bile alamaz hale gelmiş. İşte tam bu noktada sahneye genç ve yakışıklı eskort Iván giriyor. Helena’nın kaderini değiştiren bu karşılaşma, önce gizli gizli buluşmalarla başlıyor, sonra “hadi gel bu adamı alt edelim” planlarına dönüşüyor. Tabii planları ve örgüyü şekillendiren bir obje var: Claudio’nun gizli kamerayla çektiği ve dizi boyunca elden ele dolaşan, şatafatlı özel partilerde çekilen skandal yaratacak videolar. Bu videolar o kadar kilit bir hale geliyor ki, adeta karakterlerin arasına bir atom bombası gibi düşüyor. Yakıyor, yıkıyor, darmadağın ediyor.
Elbette dizinin en büyük sürprizi Helena’nın kendisi. Zuria Vega bu rolde öyle bir parlıyor ki, sadece oyunculuğuyla değil, güzelliğiyle de sahneleri alıp götürüyor. İfadesiz bakışları ve kusursuz güzelliğiyle sahneleri adeta görsel bir şölene dönüştürüyor. İzleyici bir an, “Acaba bu kadının kurtuluşu Iván mı olacak, yoksa kendi kurtuluşunu kendi mi yazacak?” diye düşünüyor.

Sonuç? Unspeakable Sins ihanetin, şehvetin, aile sırlarının ve objelerin gücünün harmanlandığı, “Bir sonraki bölümü hemen açmalıyım!” dedirten dizilerden. Yani kısacası, Meksika’nın melodram geleneği bu kez biraz daha seksi, biraz daha karanlık ve bol sürprizli bir şekilde karşımıza çıkıyor. Olay örgüsünü yöneten de elden ele dolaşan o videolar oluyor.
Geleceğe Mektuplar öyle sıradan bir lise dramı değil, “Bir zarf açılır ve hayatınız altüst olur!” diyerek mektupların olay örgüsünü yönlendirdiği güzel bir Türk draması.

2003 yılına gidiyoruz; Sanver Lisesi’nin koridorlarında sıradan bir gün. Ama edebiyat öğretmeni Fatma Ayar’ın aklına parlak bir fikir düşüyor: “Çocuklar, kendinize 20 yıl sonra ulaşacak mektuplar yazın!” Öğrenciler de hemen işe koyuluyor. Kimi hayallerini döküyor kâğıda, kimi platonik aşkını yazıyor. Biri ise kalbinin en derinindeki itirafı zarfın içine sıkıştırıyor. O zarflar kapanıyor, mühürleniyor ve tozlu çekmecelerde kaybolup gidiyor. Sonra takvim 2023’ü gösteriyor. Fatma Hoca’nın kızı Elif, yıllardır unutulmuş o zarfları buluyor. Ve işte o an, Pandora’nın kutusu açılıyor!

Zarf açıldıkça ortalık karışıyor; eski aşklar yeniden yeşeriyor, yaralar kanıyor, yüzleşmeler yaşanıyor. Ama en büyük bomba Elif’in başına patlıyor. Çünkü mektuplardan biri, onun biyolojik annesinin hiç bilmediği biri olduğunu ortaya çıkarıyor. Bir zarf açılıyor ve Elif’in bütün hayat hikâyesi yeniden yazılıyor. Küçücük bir kâğıt parçası, koca bir ömrü altüst ediyor. Hikâye basit gibi görünüyor: Yıllar önce yazılmış, geleceğe saklanmış bir dizi mektup bir anda ortaya çıkıyor. Ama o mektuplar var ya… öyle sıradan “canım cicim” cümleleri değil. İçinde itiraflar, sırlar, yasak aşklar, kırılmış kalpler var.

Bu fırtınalı mektup yolculuğunun merkezinde ise Gökçe Bahadır ve yüzündeki o melankolik ifade, mektupları neredeyse canlı bir karaktere dönüştürüyor. Sanki kâğıttan değil, kalpten yazılmış satırlar, onun gözlerinden doğrudan seyirciye akıyor. Dizinin temposu da tam dergi sayfalarına yakışır cinsten. Bir bölümde üzülürken öbüründe “Bu sır nasıl saklanmış?” diye şaşırıyorsunuz. Ve en önemlisi, bütün hikâyenin fitilini o küçücük zarflar ateşliyor. Yani kısacası, Geleceğe Mektuplar bize şunu gösteriyor: Bazen bir obje insan kaderinin pusulası olabiliyor.
Obje dediğin şey bazen tek başına koca bir hikâyeyi taşır. Sinema tarihinin en meşhur örneğini hatırlayın: Orson Welles’in Yurttaş Kane’indeki o gizemli kelime, “Rosebud.” Küçücük bir kızak, bir adamın bütün hayatının simgesi olmuştu. İşte bugün Zuria Vega’nın karşısına çıkan videolar da, Gökçe Bahadır’ın açtığı mektuplar da aynı etkiyi yaratıyor.
Sonuç olarak ister Meksika’nın sıcak melodramında, ister Türkiye’nin duygusal dizilerinde olsun, ekranda küçücük bir obje gördüğünüzde dikkat edin; belki de asıl başrol, sahnenin bir köşesinde masum masum duran o eşyadır. İnsanlar kavga eder, âşık olur, ihanet eder… Ama bazen senaryoyu asıl değiştiren şey tek bir kelime, tek bir zarf ya da tek bir kolyedir.
* Emir Kula’nın yazısı Episode Dergi’nin 61. sayısında yayımlanmıştır.