Mustafa Alabora: “Aydın olunca, biraz kurcalayınca pek de sevilmiyorsun”

 Mustafa Alabora: “Aydın olunca, biraz kurcalayınca pek de sevilmiyorsun”

Mustafa Alabora ile gerçekleştirdiğimiz bu röportaj Episode Dergi’nin 21. sayısında yayımlanmıştır. Mustafa Alabora Mustafa Alabora

Türk tiyatrosuna, sinemasına ve televizyonuna damgasını vurmuş isimleri sayarken onun adını es geçmek mümkün değil. 1960’lı yıllarda başladığı kariyerinde sayısız oyunda, filmde ve dizide önemli roller almasının yanı sıra seslendirme sanatçısı olarak ve genç oyuncular yetiştirerek de Türk tiyatrosu ve sinemasına büyük katkıda bulunmuş biri o. Üstelik bunu yaparken her daim emekten yana tutum aldı, sanatını da bu anlayışla icra etti. Sözünü sakınmadı. Bu yüzden cezaevinde de yattı, işsiz de kaldı. 

Bahsettiğim isim, Mustafa Alabora. Bugün 74 yaşında olan ama hâlâ birçok gence taş çıkarırcasına zindeliğini koruyan tecrübeli oyuncuyla hayatını, kariyerini ve Türk tiyatrosuna, sinemasına, televizyonuna dair düşüncelerini konuştuk. Keyifli okumalar! 

Mustafa Alabora
Fotoğraf: Mehmet Turgut

En baştan başlayalım istiyorum. Nasıl bir evde büyüdünüz? Selahattin Pınar dayınızmış, sanat çevresine çok uzak değildiniz herhalde ama sık sık oyunlara gider miydiniz mesela? Evinizde hangi müzikler dinlenirdi? Tiyatroyla nasıl tanıştınız?

Şişli, Bomonti’de büyüdüm. İki katlı, küçük bir evde. Biz yoksul bir aileydik ama dayım Selahattin Pınar, müzisyenliği dolayısıyla varlıklı bir adamdı tabii. Kıçtan takma bir teknesi vardı, onunla Perihan Altındağ’ın evine giderdik. Fakat dayımla çok fazla anım yok, ben 14 yaşındayken vefat etti. Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnettik, yağmur çiseliyordu. Onun en beğendiği seslerden Sabide Tur Gülerman da gelmişti. Mezarın yanına çöküp “Gecenin Matemini Aşkıma Örtüp Sarayım” şarkısını söylemişti. Acı ama hoş bir anıydı.

Babam operacı olmak istemiş ama o zaman daha konservatuar olmadığı için olamamış. Yine de evde her sabah aryalar okurdu. Bu sayede Türk Sanat Müziği’nin yanında Klasik Batı Müziği kulağım da gelişmeye başladı. Annem Franz Liszt dinletirdi bana mesela, dört beş yaşındaydım daha. O yüzden müzik ve tiyatronun içinde büyüdüm. Daha sonraları, 22-23 yaşlarında Halk Oyuncuları’nda Erol Toy’un “Pir Sultan Abdal” adlı oyununa çalışırken de türkülerle, Nesimi’yle, Rahmi Saltuk’la, İsmail İpek’le tanıştım. Onları çok sevdim.

Tiyatroyla tanışmam ise teyzem Melahat İçli sayesinde çok erken yaşlarda oldu. Teyzem, Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk yapardı. 12 yaşından küçük çocukların tiyatroya alınması yasaktı ama teyzem beni daha 3-4 yaşlarımda tiyatroya götürmeye başladı. Torpilliydim yani. (Gülüyor) Ses çıkarmadan izlerdim oyunları. Çok küçük yaşta olmama karşın gittiğim tiyatro salonlarını hatırlıyorum. Tepebaşı’nda Komedi Tiyatrosu vardı, merdivenle inilirdi. 1958’de yıktırıldı. Yanında da Dram Tiyatrosu vardı. Çok şık bir Fransız tiyatrosuydu, döner sahnesi vardı. Orayı da yaktılar ve yıktılar. Şimdi Komedi Tiyatrosu’nun yerinde TRT binası var. Dram Tiyatrosu’nun yerinde ise dünyanın en çirkin otoparkı…

1964’ten beri profesyonel olarak sahnelerdesiniz. İlk oyununuzu hatırlıyor musunuz? Kimlerle çıkmıştınız?

İlk oynadığım oyun Thornton Wilder’in Bizim Şehir oyunuydu. 1963’ün başlarıydı, konservatuardaydım. Amatördük. Aynı yılın sonlarında ise yarı profesyonel olarak Celile Toyon’la Türkiye’de ilk Bertolt Brecht oyununu oynadık: Carrar Ananın Silahları. Sonra 1964 yazında Münir (Özkul) ağabeyin tiyatrosunda oynayarak tam profesyonel oldum. Konservatuarın tatil dönemiydi, üç buçuk ay falan turne yaptık. General Çöpçatan diye bir oyundu. Hatta Cem Karaca’yla da orada tanışmıştık. O zaman meşhur bir şarkıcı olmamıştı, Münir ağabeyin tiyatrosunda oynuyordu.

O oyunda rol alan diğer isimler kimdi?

Atilla Pekdemir vardı, Salih Sarıkaya vardı, İhsan Yüce ağabeyimiz vardı, Rıza Pekkutsal vardı, Suna Selen vardı. Aklımda kalanlar bunlar.

Cem Karaca’nın oyunculuğu nasıldı, beğenmiş miydiniz?

O zamanlar ben 18 yaşındaydım, o 19. Benden bir yaş büyüktür, bir şey diyemem. (Gülüyor) Sonra çok iyi arkadaş olduk Cem ile. Mustafa Alabora

“Biz tiyatronun devrimci harekete yardımcı olması gerektiğine inanan gençlerdik”

60’ların sonunda bir süre Halk Oyuncuları ile oynadınız. Sonra Ankara Birliği Sahnesi’ni kurdunuz. Bu yıllar, Türkiye’de toplumsal hareketlerin en görkemli yıllarıydı. Tiyatro bu toplumsal hareketlerin neresinde duruyordu?

Tiyatro bu toplumsal hareketlerde ne kadar etkiliydi, onu bilemem. Ama biz tiyatronun devrimci harekete yardımcı olması gerektiğine inanan gençlerdik. Emekten yana bir dünyanın kurulması için bir araç olarak görürdük tiyatroyu. Brecht de çok şey öğretmiştir bize bu konuda tabii. Bütün oyunlarımızı da o düşünce yapısına göre seçmeye çalışırdık. Ama tiyatro, toplumsal hareketlerin neresinde duruyordu ve nasıl bir etkisi oldu, onu sosyolojik olarak yorumlamak beni aşar. Mesela bir Devr-i Süleyman oyunu bin kere falan oynanmıştır, ben de oynadım. Ama toplum üzerindeki etkisi nedir, onu sosyologların açıklaması lazım.

Tiyatronun devrimci işlevine hâlâ inanıyor musunuz? 

Tiyatronun iki tane tarifi var. Biri, insanı insana insanla anlattığı şeklinde. Biri de, kendime daha yakın bulduğum, Brecht’in tarifi. Tiyatro, Brecht’e göre, insan ilişkilerini anlatan bir sanattır. İnsan ilişkileri dediğin zaman bunun içine her şey giriyor, sınıf mücadelesi de giriyor. 

Son 10 yılda, ülkemizdeki özel tiyatro sahnelerinde ciddi bir artış yaşandı. Seyirci sayısında da artış olduğu konuşuluyordu pandemi sürecinden önce. TV ve internetin günlük hayatta bu kadar fazla zaman aldığı bu dönemde, sizce tiyatroya artan bu ilginin sebepleri ne olabilir? 

Yine sosyolojik bir soru sordun… (Gülüyor) Haddimi aşmak istemem. Ama bir seçenek oldu galiba tiyatro. Aşağı yukarı bütün gazeteler, televizyonlar sadece bir partinin emrinde olunca insanlar daha özgür buldukları tiyatroyu seçiyorlar kanısındayım. 

Bertolt Brecht’i epey andık. Brecht’ten William Shakespeare’e birçok yazarın oyunlarını oynadınız. Oynamaktan en çok zevk aldığınız oyunlar hangileriydi? 

Macit Koper’in yazdığı ve sahnelediği Aslolan Hayattır oyunu… Nâzım Hikmet’in 1938’de girip 1950’de çıktığı Bursa Cezaevi’nde geçirdiği 12 yılını anlatan bir oyundu. Galiba en çok o oyundan keyif aldım. Nâzım’ı ben oynamıştım çünkü. 

Nâzım Hikmet’in oyun yazarlığı da var ama biraz gölgede kalmış gibi geliyor bana. Ben de çok geç tanıdım o yönünü. Unutulan Adam’ı okudum geçenlerde, enteresan bir oyun. Mükemmel bir oyun yazarı değil belki ama hiç de fena değil sanki, ne dersiniz? 

İki oyununu oynadım Nâzım’ın. Biri Yolcu, biri de Kafatası. Kötü bir oyun yazarı değil bence de Nâzım. Fakat o kadar büyük bir şair ki ister istemez oyun yazarlığı gölgede kalıyor. 

“Nâzım ‘Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri,’ diyor. Bence dünyayı en güzel bu mısra anlatır. Gelen her kuşak mutlaka eski kuşakları geçer ve yenilikleriyle, zenginlikleriyle gelir”

Siz aynı zamanda öğretmensiniz, yeni oyuncuların yetişmesine katkıda bulunuyorsunuz. Aldığınız oyunculuk eğitimiyle bugünkü oyunculuk eğitimini kıyaslamanızı istesek…

Ben öğrencilerime şöyle söylerdim: Burada 20-30 hoca var. Onları birer çiçek gibi, kendinizi ise bir arı gibi düşünün. Konun hepsine, sonra kendi balınızı yapın. Ben hiçbir öğrencimi ikinci bir Mustafa Alabora olsun diye yetiştirmedim. Sanırım fark burada. 

Bugün sizin zamanınıza göre daha yüksek ücretler kazanıldığı için gençlerin çoğunun ilgi alanında oyunculuk, senaristlik, yönetmenlik… Fakat tabii ki bu görünen tarafı, bir de çok iyi eğitim almasına ve yetenekli olmasına rağmen şansı yaver gitmeyenler var. Tiyatro, dizi-sinema sektörlerine heves eden gençlere neler önerirsiniz?

Son 10 yıldır gençlerin hep televizyon yıldızı olmak için konservatura geldiklerini görüyorum. Eskiden tiyatrocu olmak için gelirlerdi. Çocuklar da haklı, tiyatrocu olsan bugünün parasıyla 3-4 bin lira para kazanırsın. Ama televizyonda oynadığın zaman 15-20  bin lira bölüm başına alabilirsin. Onların  kaygılarını da anlamıyor değilim. Fakat bu bir şans işidir. Bu durum  sadece tiyatroya, televizyona, sinemaya  has değil. Müzik, resim, edebiyat, şiir için de geçerli. Dünyanın her yerinde de böyledir. 

Birçok tecrübeli tiyatrocu da gençlerin tiyatrodan uzaklaşıp televizyona meyletmesinden rahatsızlıklarını dile getiriyor… 

Ben gençlere kızmayı, onların yaptıklarını küçümsemeyi sevmiyorum. Bütün yarışlar ileriye doğrudur, değil mi?  Nâzım, “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri,” diyor. Bence dünyayı en güzel bu mısra anlatır. Gelen her kuşak mutlaka eski kuşakları geçer ve yenilikleriyle, zenginlikleriyle gelir. Üstelik benim kütüphanelerde günlerce uğraşarak edindiğim bilgileri bugün bu çocuklar internette biraz dolaşıp edinebiliyor. Sesli kitap diye bir şey bile çıktı, dinliyor kitabı… Şimdi ben onlarla nasıl yarışabilirim ki? 

Benim de öğrencim olan Şevket Çoruh senelerce dizilerde oynadı ama sonra bütün parasını yatırıp Baba Sahne diye bir tiyatro kurdu. Bir Baba Hamlet oyununda politik göndermeler de yapıyor. Şimdi o da yeni kuşaklar yetiştirecek, onlar da bunu sürdürecek. Bize düşen gençlere kızmak değil, onlara yol göstermek. Mustafa Alabora

Siz sinemaya da erken bir dönemde başladınız. 1966 yılında çekilen Ölüm Tarlası filmiyle yanılmıyorsam, değil mi?

Pek kimse bilmez ama oynadığım ilk sinema filmi, Yumurcak diye bir filmdi. 14-15 yaşlarındaydım. Ancak aklım başımdayken rol aldığım ilk film Atıf Yılmaz’ın Ölüm Tarlası filmiydi, evet. Konservatuarda öğrenciydim henüz. Senaryosunu Yaşar Kemal yazmıştı. Siyah beyaz bir filmdir.

Atıf Yılmaz’ın birkaç başka filminde daha rol aldınız. Onunla çalışmak nasıldı, size ne kattı?

Atıf Yılmaz çok büyük bir isimdi tabii ama Türk sinemasında o zamanlar o kadar çabuk çekiliyordu ki filmler, bir şey öğrenmek pek mümkün olmuyordu. Çok ilkeldi zaten Yeşilçam’ın o dönemleri. Örneğin filmler çekiliyor, sonradan seslendiriliyordu. Türk sinemasına baktığın zaman Sadri Alışık, Kemal Sunal, Münir Özkul, Şener Şen gibi birkaç ismin dışında en baba aktörler bile hep başkasının sesiyle oynamıştır. Başkasının sesiyle meşhur olmuştur. 

Sizin seslendirme sanatçısı olarak da Türk sinemasında önemli bir yeriniz var. Nasıl başladınız seslendirme işine? 

1964 yılında İpek Film’de başladım dublaj yapmaya. O dönem İpek Film’in dublaj rejisörlerinden biri Emre Kınay’ın babası Feridun Kınay’dı. Teyzem Melahat İçli  dublaj yapmam için beni Adalet Cimcoz’a yollamıştı. “Bak Mustafacığım, sesi adamdan çıkaracaksın. Adam nasıl oynuyorsa onu taklit edeceksin,” demişti Adalet Hanım. Yani dublajını yapacağın karakteri senin de oynaman gerek aslında… Adalet Hanım’ın bu sözünün bana çok katkısı oldu. 1975’ten sonra ben de Tarık Akan’dan Aytaç Arman’a birçok jönü konuştum. Dublaj yönetmenliği de yaptım. Mustafa Alabora

Peki, hiç ukte kaldı mı içinizde? “Keşke şu karakteri de seslendirseydim,” dediğiniz bir karakter var mı? 

Yok, kalmadı çünkü bir zamanlar Fono Film vardı ve sabah 9’da gider, ertesi gün sabah 3’e kadar dublaj yapardık. (Gülüyor) Yayın Ankara’da ya, Ankara’ya uçakla yetiştirilirdi sabah… Acayip zamanlardı. 

Mustafa Alabora
Fotoğraf: Mehmet Turgut

“Ben her zaman ümitvarım, yoksa yaşayamazdık”

12 Mart’tan sonra siyasi sebeplerle 2,5 yıl cezaevinde kaldınız. Bugün oğlunuz dahil birçok sanatçı yine siyasi baskılarla karşı karşıya. Bu, bir baba ve Türkiye siyasi tarihinde farklı dönemlere şahit olmuş bir sanatçı olarak size ne düşündürüyor, ne hissettiriyor? Bugün Türkiye’nin geleceğine dair ümitvar mısınız? 

Ben her zaman ümitvarım, yoksa yaşayamazdık. 27 Mayıs’ta çocuktum ama sonraki tüm darbeleri yaşadım. Hatta güleceksin ama 12 Eylül’den sonra işten atılınca mutlu olmuştum, işten atılmakla yırttığım için. (Gülüyor) O dönemde balıkçılık yaptım. Memet Ali üç yaşındaydı, ona bakmam gerekiyordu. Memet Ali de der bazen, “Benim kursağımda balık parası vardır,” diye. Dokuz yıl sürdü o dönem, 1989’da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başına Nurettin Sözen geldi de tekrar tiyatroya aldı bizi. Eski haklarımızı verdiler. Dokuz senelik haklarımızı alınca benim de ilk defa arabam oldu. (Gülüyor)  

Fakat beni boş ver, Nâzım’ı düşün. Öyle bir iki yıl değil, kaç yıl hapiste yattı… Orhan Kemal’i, Kemal Tahir’i, Aziz Nesin’i düşün. Bu ülke böyle, ne yapalım. Aydın olunca, biraz düşününce, biraz kurcalayınca pek de sevilmiyorsun. Ama devletler kurulduğundan beri böyle, bize has bir şey değil. Devletin en basit tarifi, egemen   sınıfların  topluma hâkim olabilmesi için kolluk güçlerini kullanmasıdır. Mustafa Alabora

Gördüğünüz baskılar sizi bir sanatçı ya da insan olarak yıprattı mı peki? 

Yok, beni yıpratmaz. Ben doğayı çok sevdiğim için ağaçlara,çiçeklere, hayvanlara  bakarak kendimi mutlu hissediyorum. Bir de sağ olsun, Müjdat Gezen sayesinde 14 senedir resim yapıyorum. Resim yapmak çok acayip bir duygu. Hayal edip bomboş bir tuvale ne istersen çizebiliyorsun. Bizim mesleğimizde yalnız değilsin; yönetmen var, yapımcı var, senarist var, ışıkçı var, başka oyuncular var… Halbuki resim yaparken sen varsın, boyalar var, tuval var. Sana karışan yok, ne istersen yaparsın. Onlar senin duyguların.

Müjdat Gezen sayesinde resim yapıyorum dediniz, o nasıl oldu? 

Tansiyon hastası oldum ben. Müjdat bir sabah telefon etti, “Resim yapsana,” dedi. “Ne diyorsun oğlum sabah sabah?” dedim. “Resim yap,” dedi gene. Tansiyon hastası oldum ya, iyi gelir diye beni yönlendirmeye çalışıyor… “İyi de nasıl olacak o?” dedim. Anlattı bana, şu boyaları al falan diye. Aldım, tuvalin başına oturdum, bir resim yaptım ama rezalet bir şey oldu. Telefon ettim Müjdat’a, “Müjdat, yaptım ama çok kötü oldu,” dedim. “Olsun, o senin resmin,” dedi. Müjdat’ın bu lafı beni çok etkiledi, resme başlattı. Bugün hâlâ muhteşem resimler yapamıyorum ama ilk yaptığım resimlerle kıyasladığımda arada dağlar kadar fark olduğunu görüyorum. Bence bir oyuncunun mutlaka bir hobisi olmalı. 

Oğlunuz ile en son ne zaman görüşme fırsatınız oldu?  

İnternet aracılığıyla  çok sık görüşüyoruz ama en son kasım ayında Londra’da buluştuk. 16 Mart’ta Memleketimden İnsan Manzaraları’nı Londra’da  sahneleyecekti. 16 Mart  benim de doğum günüm. 14’ünde buradan uçağa binip Londra’ya gidecek, Memet Ali’nin oyununu izleyerek doğum günümü kutlayacaktık. Ama salgın patlayınca gidemedik. Onun da o kadar emek verdiği oyunu pandemi yüzünden oynanamadı. 

“Sendikalar güçlü olmadıkça ne oyuncuların ne de set işçilerinin durumu iyileşir. Bu arkadaşlarımızın örgütlenmeleri gerek”

Televizyon dizilerinde de rol aldınız. Dizilerde süreler uzadıkça uzadı. Seyirci için de üretenler, bir dizideki tüm emekçiler için de eziyetli bir hale geldi. Hem süre sorunumuz var hem de aynı tür ve benzer senaryolarda sıkışmış bir üretim mekanizması var. Oysa dünyaya en çok dizi satan ikinci ülkeyiz. Sizce neden daha özgün hikâyeleri daha evrensel ölçülerde anlatamıyoruz?

Bu sorunun cevabı hem çok basit hem de çok zor. Bütün dünyada basit konuların izlenme oranı çok yüksek. Yapımcılar da bu nedenle bu tür senaryoları tercih ediyorlar. Özetle şunu demek istiyorum ki reyting kaygısı yapımcıları, tutmuş bir dizinin tutmuş senaryolarını  tekrar ettiriyor.  

Tüm dünya sinemasında ve dizilerde edebiyat uyarlamalarının oranı çok yükseldi son yıllarda. Köklü, güçlü ve nitelikli bir edebiyatımız var, sinema ve dizi sektörü, edebiyatımızdan yeteri kadar besleniyor mu sizce?

Türk sinemasını birkaç bölüme ayırmak lazım. Önce Muhsin Ertuğrul ile başlayan, filmlerin sesli çekildiği bir dönem var. Sonraları sessiz çekilip sonradan seslendirilmeye başlanıyor. Şimdi de filmler artık tekrar sesli çekiliyor. Bu dönemlerde bazı patronlar ve yönetmenler, ama özellikle yönetmenler, Türk edebiyatından örnekleri sinemaya uyarladılar. Hatta pek bilinmez ama Türk edebiyatının en önemli isimlerinden olan Nâzım Hikmet, İpek Film’de dublaj yönetmenliği yapmıştır ve Muhsin Ertuğrul’dan sinemaya dair birçok şey öğrenmiştir. Zaten dikkat edersen, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda sinemasal bir anlatım vardır. Yani Türk edebiyatıyla sineması arasında bir ilişki hep vardı ama yeterli midir? Bence değildir. 

Ulusal ve evrensel dijital platformların kurulmasıyla farklı türler ve işler de yapılmaya başlandı. Süreler de kısaldı. Bu açıdan sinema ve dizi sektörümüzün geleceğini nasıl görüyorsunuz? Oyuncular, set işçilerinin durumlarının iyileşmesini sağlayabilir mi bu yeni platformlar? 

Kemal Tahir cümlesiyle cevap vereyim: Sağlayabilemez. Sendikalar güçlü olmadıkça ne oyuncuların ne de set işçilerinin durumu iyileşir. Bu arkadaşlarımızın örgütlenmeleri gerek. Ben yıllarca uğraştım sendika kurmaya, başaramadım. Sonra oğlum Memet Ali kurdu Oyuncular Sendikası’nı, yaklaşık 10 sene oluyor… Ama çok güçlü, etkili olamadı. 

Neden tiyatroda, sinemada, müzikte güçlü sendikalaşma olmuyor? 

Bilmiyorum. Üye olmuyorlar ki sendikaya. Bunu gerçekten anlamıyorum. Seslendirme yaparken de sendikalaşmak istedik, başta gayet de başarılı olduk. Mesela dört gün işleri durduk. Beşinci gün bir baktık, babalar işe dönmeye başlamış; birkaç arkadaş kalmışız sadece.

Dijital platformlar, tüm dünyada daha özgür bir izleme ve üretme deneyimi ortaya koyarken ülkemizde sansür mekanizmasıyla karşılaştı. Askeri darbeleri, yasaklanan kitapları, oyunları, filmleri görmüş, çalkantılı dönemleri bizzat yaşamış bir sanatçı olarak ne düşünüyorsunuz bu meselede?

Üç beş tane şiir denemem oldu. Bir tanesi de daha Halk Oyuncuları’na girmeden önceydi, Kenterler’deydim. Ankara Valiliği, Devr-i Süleyman’ı yasakladı. Ben de ona dair bir şiir yazmıştım. Yıl 1968. Sonra, Tunceli’de Pir Sultan Abdal oyununu oynadılar diye Halk Oyuncuları’ndan arkadaşlarımıza iki buçuk gün işkence yaptılar. Sonra İstanbul’da Küçük Opera Tiyatrosu’nu, Şan Tiyatrosu’nu yaktılar. Maalesef sanata baskı, hayatım boyunca gördüğüm şey. Ama ne oluyor? Bir oyun üç beş sene yasaklanıyor, sonra gene başlıyor… Dedim ya, ümitvarım.  Mustafa Alabora

2015’te bir nehir söyleşi kitabınız çıktı. Bu çok önemli bence, bizde sanatçılar pek yazılı eser bırakmıyor. Bu proje nasıl doğdu ve ortaya çıkan işten memnun kaldınız mı? Yeni bir kitap projesi düşünüyor musunuz?

Eşim Banu, yeni bir kitap yapmamı öneriyor bana. Birçok arkadaşım o kitabın eksik kaldığını söyledi. Banu ile belki bir tane daha, daha geniş kapsamlı bir nehir söyleşi yapabiliriz. Fakat bana sorarsan, ben o kitapta anlatabileceğim her şeyi özet olarak anlattım. Ama kimseyi çekiştirmedim, yapmam onu. Sevmem öyle şeyleri. 

Son olarak, önümüzdeki dönemde yeni bir oyun, dizi ya da sinema projeniz olacak mı?

Dizi olmayacak. Bir film çekmiştik, salgın patlak vermeden önce, Karanlık Şehrin Hikâyeleri diye. Çok da severek oynadım orada ama bu mendebur iş çıktı başımıza, film vizyona giremedi. Yeni iki teklif de geldi ama 74 yaşındayım, koronavirüs açısından en riskli gruptayım. Ağustosta çekeceklerdi, oynamak istemedim. 

Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben teşekkür ederim. Birkaç kere sosyolojik olarak haddimi aşmayayım dedim ama gündelik hayatta biraz haddimizi aşalım, sosyolog gibi davranalım, insanları anlamaya çalışalım. Hemen kızmayalım, öfkelenmeyelim. 

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir