“Olan İyidir” – ‘Suna’

 “Olan İyidir” – ‘Suna’

Ayvalık Uluslararası Film Festivali tüm hızıyla devam ederken Episode okurları için Suna filminin yönetmeni Çiğdem Sezgin’le bir röportaj gerçekleştirdik. Sezgin’le bir önceki filmi Kasap Havası’nı, Suna’yı ve bir sonraki projesini konuştuk. İyi okumalar…

Suna Çiğdem Sezgin

Merhaba, öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?

Çiğdem Sezgin: Ben 1972, İstanbul doğumluyum. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Film Tasarımı Bölümü lisans ve yüksek lisans mezunuyum. Şimdi doktoraya hazırlanıyorum. Kasap Havası, ilk uzun metrajlı filmim. Suna, 2022 yapımı ikinci uzun metrajlı filmim. Şimdi Bir Mart Günü adlı üçüncü uzun metraj kurmaca filme hazırlanmaktayım. Adana Film Festivali’nde, birkaç gün önce filmin dünya prömiyeri gerçekleşti. 18 Eylül’de de Ayvalık Film Festivali’nde gösterimimiz oldu.

Kasap Havası’yla oldukça dikkat çeken bir iş ortaya koymuştunuz, ödüller de aldınız. Şimdi Suna’yı izliyoruz. Benim de festivalde beklediğim filmlerden biriydi Suna. Biraz çekim sürecinden söz edebilir misiniz bu filmlerin? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız bu filmleri çekerken? Film çekmek zor…

Çiğdem Sezgin: Bağımsız film yapmak zor gerçekten. Kültür Bakanlığı desteğiyle, Sinema Destek Kurumu’nun katkılarıyla oluyor. Suna filminin çekimleri pandemi döneminde yapıldı, 2020 yılının kasım ve aralık ayında. Filmi aslında Mart 2020’de çekecektim, bütün hazırlıklarımızı tamamlamıştık. Oyun provaları, set hazırlığı gerçekleşmişti. Ama Mart 2020’de korona virüsün patlaması nedeniyle durdurduk. Aradan altı ay kadar zaman geçti. Ben de artık filmi çekmek istedim. İnsanın yazdığı filmi çekmesi bir heves. Aşk gibi, birini sevmek gibi. Ona ulaşamadığınızda gönlünüz geçer. Filmi çekmeye yükselirsiniz, ben bir daha yükseldim. Kendimi hazır hissettiğimde, “Artık sete çıkabilirim,” dedikten bir iki gün sonra ne yazık ki pandemi baş gösterdi ve durmak zorunda kaldım. Sonra bu heves yeniden geldi bana, ekim ayında. Tabii mart korona virüsün başlamasıyla ekim arasındaki zaman diliminde senaryoda sıkı bir revizyon yaptım. “Olan iyidir,” diye bir söz var. Seviyorum bunu ben. “İyi ki mart ayında sete çıkmamışım,” dedim. Çünkü marttan ekime kadar geçen zamanda yaptığım revizyonlardan hoşnut oldum. Daha temiz, daha az kusurlu bir senaryoyla sete çıktığıma inanıyorum. Küçük bir ekip, az mekanlı, az oyunculu bir film. Gerek küçük bir bütçeyle yapma zorunluluğu, gerekse benim seçtiğim tema; tamamen bir eve kapatılmış, kafeste yaşayan bir kadını anlattım. Dolayısıyla zaten az mekanla ve az oyuncuyla kuracağım bir proje yazmıştım. Öyle de oldu. Üç haftada çektik, Şile’ye bağlı Akçakese Köyü’nde. Şile’de konakladık ve Akçakese Köyü’nde filmi gerçekleştirdik.

Ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz? Suna, Altın Koza’da yarıştı, Seyirci Ödülü aldı. Ödül almak sizce ne kadar önemli?

Çiğdem Sezgin: Ben de zaman zaman jüri üyesi oluyorum. Bir iki defa uluslararası festivallerde, Avrupa’da da Türkiye’de de jüri üyesi oldum. Jüriler, öznel karar verirler. Bazen de oy birliği ya da oy çokluğu olmadığında bu defa başka filmlere, seçilmemiş filmlere ödül gidebilir. Jüriler beş-yedi kişiden oluşuyor, bütün dünyada böyle. Filmlerimizi esasen ödül almak için yapmıyoruz. Filmlerimi seyirci için çekiyorum. Seyirci ödülü de aldım işte Adana’da. Dolayısıyla kendimi iyi hissediyorum. Bir başka festivalden ödül gelir veya gelmez. Benim için önemli olan benim kendime verdiğim ödüldür. Ben Kasap Havası’na kıyasla daha az kusurlu ve yüzünün sinemaya daha dönük olduğu bir film yaptığımı düşünüyorum. Suna’nın Kasap Havası’ndan daha iyi bir film olduğunu düşünüyorum. Başta bu his benim için yeterlidir. Çünkü her şeyden, herkesten önce ben kendim için sinema yapıyorum. Kendimi eylemek için, tam olarak eylemek için… Çünkü hayatta o kadar zorluk var ki. Kederleneceğim, üzüleceğim o kadar çok derdim ve çözmek zorunda olduğum o kadar çok sıkıntım var ki sinema yapmak, film yazmak çok zor iş, bu zor işin bütün detaylarıyla uğraşırken derdimi unutuyorum. “Oh, iyi ki başıma yeni bir iş açtım,” diyorum. Çünkü bunlarla uğraşmaktan üzüldüğüm ve halletmem gereken şeylere daha az fokuslanacağım, daha az yara alacağım. Suna projesi döneminde ben üç tane sevdiğim dostumu kaybettim; Cüneyt Cebenoyan, Özer Kızıltan ve Didem Şahin. Cüneyt Cebenoyan, hepimizin tanıdığı film eleştirmeni. Özer Kızıltan, Takva filminin ödüllü yönetmeni. Benim çok eski dostumdur, 90’lardan, öğrencilik yıllarımdan. Özer’in Cihangir’deki evinde yaşadık ve büyüdük üniversite yıllarında. Didem Şahin, belgesel yönetmeni. İki kız kardeş gibi yakındık birbirimize. Suna filminin çevirilerinde, trailer çekimlerinde, ulusal ve uluslararası film forumlarında hep yanımda oldu ve destekçim oldu. Didem Şahin’i kaybetmek beni çok üzdü, çok yaraladı. Ben duygularını derin yaşayan biriyim. Üzüntümü de öyle. Yani kederli bir dönemime denk geldi bu filmin çekimi ve post prodüksiyonu.

Dünkü söyleşide seyircilerden biri filminizdeki metaforlardan bahsetti. Siz de söylediklerini onayladınız. Kafes metaforu, sünnet şapkasının bırakılması… Benim de sormak istediğim filmin afişinde de gördüğümüz tavus kuşlu duvar halısı. Tavus kuşunun özel bir anlamı var mı?

Çiğdem Sezgin: Tavus kuşunun mitolojideki anlamlarından biri gösteriş, özgüven, şov. Kendini, güzelliğini başkalarına gösterme… Birkaç alternatif duvar halısı daha vardı. Ama bir kuş seçtim. Çünkü zaten Suna’yı da kafesteki bir kuşla özdeşleştirmiştim. Kafes ve muhabbet kuşları metaforu kullanmıştım. Bunu abartıp yatak odasında da gösteriş ve özgüven sembolü tavus kuşunu kullanmayı tercih ettim. Çünkü çiftin çok sıkı bir yatak odası problemi var. Film boyunca da eve kapanmış bir kadın var, kendini gösteremeyen, istediğini söyleyemeyen, istediği hayatı yaşayamayan. Kasap Havası’nda da Suna’da da böyle. Ben evlere, odalara sıkışmış, istediği hayatı yaşayamayan, kendi karakteri doğrultusunda gidemeyen, tam olarak “evlere, odalara sıkışmış”, çaresiz insanları anlatmayı seviyorum. Bir sonraki filmde de yine çare arayan ve çıkış yolu bulamayan, istediği hayatı yaşayamayan insanlar var. Türkiye’nin gerçeği bu. Hepimiz evlere, odalara iyice sıkıştık. Gerek ekonomik problemler gerek politik sebepler, özgürlüklerin kısıtlanması, alım gücünün azalması, pandemi, insanların birbirine tahammül edememesi ve birbirinin kişiliklerine, alışkanlıklarına saygı duymaması insanları yalnızlaştırıyor, yoksullaştırıyor, evlere, odalara hapsediyor.

Suna halı

Dünkü söyleşide Fırat Tanış’ın oynadığı film eleştirmeni karakterin ikiyüzlü olduğu yorumunu yapması üzerine tartışıldı. Filmi izlerken ben de özellikle konuşmacı olduğu atölyeden bahsettiğinde benzer şeyler düşündüm. Yanındaki kadının birtakım şeyler yaşadığının farkında, birkaç kez soruyor ama çok da merak ediyormuş gibi görünmüyor. Ama yer alacağı atölyenin konusu ‘Travmalar ve Öz-yıkım’. Bu noktada Türkiye Sineması’na ya da doğrudan sanatçıya karşı bir eleştiri mi söz konusu? Yanı başında olanı görmüyor ama üstüne yazıp çizerken çok rahat mı?

Çiğdem Sezgin: “İkiyüzlü” sıfatına hiç katılmıyorum. İkiyüzlülük bir hakaret, bu hakareti hak etmediğini düşünmüyorum yazdığım Can’ın. İkiyüzlülük başka bir şeydir; birine bir yüzünü gösterip ikinci yüzünü de başkasına gösteriyor ya da ona. Doğru tabir değil ikiyüzlülük. Bencillik denebilir. Kayıtsız kalmaktır belki. Neden kayıtsız kaldı? Mert değil, cesur değil, korumacı değil denebilir; ikiyüzlü denemez. Belki o da tam da benim şimdi saydıklarımı kast etmiştir ama ortaya ikiyüzlü hakareti çıkınca üzüldüm ben de. Filmleri doğru okumak lazım. Çünkü sanırım bu eleştiride bulunan izleyici filmi Can’ın da izlediğini düşünüyor. Can filmi izleseydi mutlaka Suna’ya yardım ederdi. Can filmi izlemedi. Can sadece evine iki defa gelen Suna’yı gördü, tanıdı. Can filmin sadece Can sahnelerini izledi. Dolayısıyla ona bu kadar yardım edebilir, daha fazla yardım edemez.

Peki, benim söz ettiğim gibi bir eleştiriniz var mı sanatçıya?

Çiğdem Sezgin: Hayır, ben Can’ı onore ettim. Can, filmin içindeki erkeklerin arasında en dürüst, namuslu, kadına tamamen dostane davranan tek kişidir. Hiç tanımadığı halde ona çıkarıp 200 lira verdi ve geri istemeksizin. Bugün kimse kimseye 50 lira vermez. Tanımadığı bir kadın evine geliyor, viskisinden içmek istiyor, oturuyor saatlerce, sarhoş oluyor. Can, bir centilmen ve entelektüel. Bir insan diğerine ancak bu kadar müdahale edebilir, “Kendine zarar verilmesine izin verme,” dedi. Biz Türk insanı olarak her şeye burnumuzu sokarız ve sorarız. Hayır, Can yapmıyor bunu. Karşısındaki onunla ne kadar paylaşırsa o kadarına razı oluyor. Olması gereken de budur zaten. Eğer o sabah bardan çıkıp, kapısına dayak yemiş halde gelseydi can havliyle ve “Benim başıma bunlar geldi, beni kurtar, yardım et,” deseydi Can yardım ederdi zaten. Suna oraya uyumaya gidiyor, içki içmeye gidiyor. Can da bütün bunları alıyor ve kabul ediyor. Can’a söylenebilecek son şeydir ikiyüzlülük. Can hiçbir şekilde kadından da faydalanmadı. Kadın sarhoş olmuş bir vaziyette evde, oturdu efendi gibi. Can niçin var? Senaryoda Can niçin var? Her şeyin bir sebebi vardır. Bir filmde bir figür görüyorsak; diyaloglar, karakterler, sahneler bir şeylere hizmet ediyordur. Can, Suna’nın karakterini derinleştirmek için var. Suna’nın darkside’ını aydınlatmak için var, background’unu izleyiciye göstermek için var. Aynı zamanda Suna bir entelektüelle, bir film eleştirmeniyle de oturup sohbet edebilir, içki içebilir. Can bunun için var. Can centilmen, zarif ve kadınlara iyi gelen erkekler de var demek için var.

Seyircilerden biri söyleşide “Suna bundan sonra ne yapar?” diye sormuştu. Suna, bundan sonra Can’ın evine gider mi?

Çiğdem Sezgin: Hayır, gitmez. Suna kapattı. “Ben sana aşık oldum,” dedikten on saniye sonra söylememiş gibi oldu, kapattı. Asla gitmez.

Filmin beni etkileyen yanlarından biri ‘yürümek’. Ben de canı sıkkın olunca kilometrelerce yürüyen bir insan olarak bu hali çok iyi anlıyorum. Sizin için ‘yürüme’nin anlamı nedir?

Çiğdem Sezgin: Ben de canım sıkkın olduğumda, kapana kısılmış hissettiğimde yürürüm. Hapishanede voltalar bunun için atılıyor zaten. Sonuçta biz de yarı-açık cezaevindeyiz Türkiye’de. Suna’nın evlenip yerleştiği ev de yarı-açık cezaevi. Yürümek, iyi gelir. İyi düşünür insan yürürken, sanki hiçbir sıkıntısı yokmuş gibi. Ondan yürüttüm Suna’yı.

Uzun zamandır sinemada aç kaldığımız bir oyunculuk performansı izledik hem Suna karakteri hem de Veysel karakteri için düşünüyorum bunu. Bu kadar iyi performanslar nasıl çıktı ortaya? Oyuncularınızla çok yakın ilişki kurduğunuzu söylediniz, bu yakınlık karakterleri çok iyi anlamalarını mı sağladı acaba?

Çiğdem Sezgin: Nurcan’la yakın ilişkim var. Çünkü Kasap Havası’nda da birlikte çalıştık ve Nurcan’la arkadaş olduk. Ama Tarık Bey’le yakın ilişkimiz olmadı. Çekim sırasında da olmadı. Ben ne istediğimi defalarca anlattım ona. Biraz zorlandık çekimin ilk günlerinde. Zaten son anda oyuncu değişikliği yaptım ve filmin çekimine iki-üç gün kala Tarık Papuççuoğlu girdi hayatımıza. Tabii onun da adaptasyon süreci oldu. Yer aldığı projelerde ondan hep büyük oyunlar istenmiş ve ağırlıklı olarak komedi işlerde oynamış, komik karakterlere can vermiş. İlk kez böyle bir rol, böyle bir karakter… Ve ayrıca ilk kez ondan oynamasını değil, oynamamasını isteyen bir yönetmen… İnandırıcılık peşindeyim. Bütün oyuncularıma “İzleyici bunun bir film olduğunu unutsun, oynamayın lütfen,” dedim. Çünkü şunda iddialıyım; diyaloglar iyi, duygu durumlarını yeterince açığa çıkaran sahneler yazdım. Oynanmasına gerek yok. “Zaten bu fotoğrafın içinde yer aldığınızda hiçbir şey yapmasanız dahi ne yaşıyor olduğunu görüyorum, anlıyorum. Yazdığım replikleri söyleyin yeter, ayrıca onun içine şiir okurmuş gibi duygu, acındırma, merhamet ya da öfke katmanıza gerek yok. Hayatta da böyle. Bunu nasıl söyleriz, bu yemeği nasıl yeriz, nasıl elma soyarız? Kamera olduğunu unut, bunun da bir film olduğunu unut,” demiştim. Sen bunun bir film olduğunu unutursan seyirci de unutur. Zeki bir insan, deneyimli, renkli bir karakter, hayata at gözlüğüyle bakmıyor. Bana teslim oldu. Ne dediysem yaptı. İstediklerimi yapmak için inanılmaz bir çaba gösterdi. Zaman içinde o uyumu yakaladık.

Suna

Çok güçlü bir kadın izledik. Kendinden emin, yaptıklarının sonuçlarına katlanan ve hep yapan, edilgen olmayan bir kadın. Ama Suna’yı ille de güçlü bir kadın diye tanımlamamıza bence gerek yok. Suna, çok güçlü bir insan. Bu dili yakalamanın özellikle günümüzde zor olduğunu düşünüyorum. Bunu nasıl sağladınız? Suna’yı siz nasıl tariflersiniz?

Çiğdem Sezgin: Suna’yı bu filmi yaparak tarifledim zaten. Çok içindeyim artık. Büyük resmi göremiyor olabilirim. Suna yaralı. Suna bir tutunamayan. Başka ne diyebilirim ki? Yalnızlığı, yoksulluğu, kimsesizliği… Bunları dillendirmeye gerek yok herhalde. Suna’nın kimsenin bilmediği başka da bir yanı yok. Ne görüyorsak o’yuzdur. Duygusal biri Suna. Suna, mağdur da değil. Kendince herkes haklı, bu evliliği yapmayabilirdi. Acınılası bir halde değil. Suna’ya merhamet edin, Suna’ya acıyın, ağlayın diye yazmadım bu filmi. Suna’yla empati kuruyoruz zaten. Daha fazla empati kuralım diye kurulmadı bu sahneler. Bütün bu sahneler dizimi, bu karakterler öznel bir şey. Bir sebep, bir çatışma olacak, birkaç karakterimiz olacak ki film yazalım. Dolayısıyla bazı şeyler de nedensizdir. Sırtımızda bir et beni vardır. A, burada niye bu ben var? İşte var yani, benimle gelmiş bu, o benim benim. Suna da biraz öyle. O da öyle biri.

Suna, tek bir insan da değil aslında. Suna bir sentez. Bir sürü insanı birden anlatıyorsunuz.

Çiğdem Sezgin: Evet, zaman zaman Suna hallerimiz olmuştur diye düşünüyorum. Tahammül etmek, yoksullukla baş etmek, istemediğimiz ortamlarda tahammül göstermek, arzulamadığımız erkeklerle aynı yatağa girmek… Baş edemediğimizde de sigaraya, içkiye tutunmak…

Suna, sizin yüksek lisans teziniz aynı zamanda.

Çiğdem Sezgin: Bu bir öğrenci filmi. Öğrenci filmi çekiyorsanız birtakım kiralardan da muafsınız. Herhangi bir yerde sokakta, bir köprüde film çekemezsiniz. Bağlı belediyeye kiralar ödemek zorundasınız ama öğrenci filmi çekiyor olduğunuzu belgelerseniz size her yer bedavadır. Bu da bir sebeptir tezimin bu film olmasında. Şüphesiz sadece bundan olamaz, sonra oturup 200 sayfa tez yazdım. Tezin içinde filmin senaryosu var. Tezin içinde bu filmin fikir aşamasından, Suna karakterinin oluşumundan, senaryonun yolculuğu sonra filmin çekimleri, hazırlığı var. Çekim dönemini de kapsayan bir günlük gibi. Filmle ilgili her şey var. Başka bir bölümde Türkiye Sineması’nda yoksul kadın karakterleri kendine ana karakter yapmış olan filmlerden örnekler ve alıntılar var. Mesela Zeki Demirkubuz’un Kor filmi. Zeki Demirkubuz’u aramış ve Kor’daki kadın karakter hakkında konuşmak istemiştim. O da dedi ki “Çiğdem, film çekiyorum. Hiç zamanım yok. Odaklanırsam uzun sürer. En iyisi hiç girmeyeyim.” Ben de kısa bir inceleme yaptım, bahsetmeden olmazdı. Seviyorum o karakteri. Hem oyuncusu tarafından iyi yorumlanmış hem de Zeki tarafından iyi yazılmıştı. Bir başka örnek arkadaşım Rena Lusin Bitmez’in Tanrı Göçmen Çocukları Sever mi Anne? adlı belgesel projesi. Orada da Ermenistan’dan gelmiş, Gedikpaşa’ya gelmiş yoksul kadınların ve onların yoksulluktan nasibini almış olan çocuklarının hikâyesi anlatılıyor. Son dönemde izlediğim, beni etkileyen, sıkı filmlerden. Rena, aynı zamanda benim okulumdan mezundur, okuldaşım ve yakın arkadaşımdır. Herhalde bir sonraki film de doktora tezim olur diye düşünüyorum. Bir kentten köye göç. Çok göç aldık ve çok kalabalık olduk. Tek başına İstanbul, Bulgaristan nüfusunun iki misli. Dolayısıyla bunalıyoruz ve kendimizi kasabalara, köylere atmak istiyoruz daha sakin bir hayat yaşamak için. Lüks için değil, ihtiyaç için. Herhangi devlet hastanesinden herhangi bir muayene iyi ihtimalle iki ay sonra alınıyor. Ekipten bir arkadaşım kolonoskopi çektirecek devlette çünkü özelde çok pahalı. Üç ay sonraya gün veriliyor. Yani paran yoksa öl. Nüfus o kadar arttı ki bir Türkiye vatandaşının devlet hastanesinde kolonoskopi olabilmesi iyi ihtimalle üç ay sonra. Ve ev kiraları, ısınma, elektrik, içtiğimiz su bile çok pahalı. Musluktan su içecek hale geldik. Dolayısıyla hepimiz küçük yerleşim birimlerinde, sadelikle yaşamak istiyoruz. Bu yaşam mücadelesi ilişkilerimizi de bozuyor. İstediklerimize ulaşamamak, yaşam standardımızın düşmesi, alım gücünün azalması haliyle bizi mutsuz insanlar haline getiriyor. Mutsuz insan, başkalarını da mutsuz eder. Aile içinde şiddet, evliliklerde çatırdama, pandemiden sebep zaten evlere, odalara sıkışmışlık bunalttı. Bir çıkıp yürümek, bir deniz havası almak, bir kafede oturup bir şey içmek, sosyalleşmek lüks oldu. Birincisi fakirlikten ikincisi pandemiden. Hizmete ulaşamama… Kimse sosyalleşemiyor, deşarj olamıyor. Sigara, içki çok pahalı. İnsanlar evlerde oturup kendi içkilerini imal ediyor. Yoksulluk yalnızlaştırıyor. Yoksulu kimse sevmez. İnsanlar zengin sever. Yoksullar evlere kapanıp kendi yoksulluklarını ve yalnızlıklarını yaşarlar. Bu sebepten mutsuz ve ekonomik sıkıntısı olan bir çift İstanbul’u terk edip Anadolu’daki bir köye yerleşecek Bir Mart Günü isimli filmimde. Orada var olmaya çalışacaklar. Fakat köy onları yutacak. Hazin hikâyeler severim. Yaşamak hazindir çünkü.

Aynı oyuncularla çalışmayı seviyorsunuz anladığım kadarıyla. Orada da tanıdık bir yüz görecek miyiz?

Çiğdem Sezgin: Orada İnanç Konukçu’yu görebiliriz başrolde. Seviyorum oyun metodunu. Yönetmen-oyuncu olarak da iki arkadaş olarak da iyi anlaşıyoruz. Yazdığım ana karakteri yakıştırıyorum ona. Biraz yazdığım karakterleri ete kemiğe büründürürken gerçek hayatta da yazdığıma yakın insanları seçmek istiyorum. Daha kolay oluyor o zaman yorumlaması.

Bir Mart Günü’nün çekimleri ne zaman başlayacak, belli mi?

Çiğdem Sezgin: Belli değil. Ekim ayında bir coproduction forum var; Mostra de València – Cinema del Mediterrani. Coproduction’a seçildi Bir Mart Günü. 20 Ekim’de Valencia’da olacağım film fonu ve ortak yapımcı arayışı için. Böylece film, projelendirilmiş oldu ve Avrupa’da iyi bilinen bir festivalinin ortak yapım platformunda fonlanmak ve ortak için ilk adımını atmış oluyor. Proje harekete geçti ve 2023’te Kültür Bakanlığı desteği için başvurularım olacak. Diğer fonlar takip edilecek. İyi ihtimalle 2023’ün kasımında, aralığında filmi çekerim diye düşünüyorum. İki filmin arası da çok uzamasın istiyorum. Ben geç sinema yapmaya başladım, çok uzun sürdü asistanlık dönemim. Senaryo bir draft daha yazılır. Ama şu anda o filmi çekmeye hazır ve yetkin hissediyorum. Dolayısıyla maddi koşulları oluşturduğumda yönetmen olarak sete çıkabilirim.

Arka arkaya film çekmeye devam ediyorsunuz. Yorucu bir şey değil mi, bu hevesi ve yaratıcılığı nereden buluyorsunuz?

Çiğdem Sezgin: Yorucu ama zaman çok hızlı geçiyor. Yaş aldıkça daha da hızlı geçiyor gibi geliyor bana. Onun için Bir Mart Günü’nün hazırlıklarını şimdi yapmak zorundayım. Göz açıp kapayıncaya kadar bir yıl geçer ve bir arpa boyu yol almamış olurum. Çünkü ben artık Bir Mart Günü’nü yazdım, senaryosunu bir kenara koydum. Bir sonraki filmi yazıyorum şu anda. Bir Mart Günü’nü yapayım ki bir sonraki projeye geçeyim. Elinizde proje olunca hayata geçirmek istiyorsunuz. Bu şuna benziyor; “Bir romanım var, yayımlatmak isterim.” Benim de bir film senaryom var, onu çekmek isterim. Elimde proje olmasaydı “Hadi, film yapayım,” demezdim. Bu şunun gibi; insan durduk yere evlenmek istemez, değil mi? İnsan birini sever ve onunla evlenmek ister. Hayali bir şeyi istemeyiz. Olanı ve sevdiğimizi isteriz. Bir Mart Günü de öyle bir şey benim için. Proje hazır ve dolayısıyla çekeyim. “Bir film çekeyim,” demiyorum artık. Hep cebimde senaryom oluyor ve onu çekmek istiyorum. Sonra diğerini çekmek… Bir filmle uğraşırken ikinci bir projeyle uğraşmak bana iyi geliyor. Çünkü Suna filmini artık her izlediğimde bir kusur buluyorum. Suna filmiyle o kadar uzun zaman geçirdim ki artık bir başka filme odaklanmalıyım kendimi iyi hissetmek için. Bir de vedalaşmak lazım. Tamam, Suna’yı yaptık, çektik, izleyiciyle buluşturuyorum, festival süreci devam edecek. Artık benim için tamamdır. Suna artık benden çıktı, izleyicinin oldu. İnsan gençlik fotoğraflarına baktığında; “Benim saçım böyle miymiş? Böyle kâkül mü kullanmışım? Küpeme bak, böyle küpe mi takmışım?” der ya biraz öyle. Ben de öyle olmamak için geçmişte yaptığıma değil, gelecekte yapacağıma dönüyorum yüzümü.

O zaman böyle devam edecek. Bir film yapacaksınız, o sizden çıkacak, seyircinin olacak ve sonra yenisine koşacaksınız.

Çiğdem Sezgin: Evet, ben böyle hikâye ettim bunu. Bütün yönetmen arkadaşlar için de böyledir eminim. Bunu yaptım bitti, varsa başka proje onunla yaşamaya devam etmek… Çok uzatmamak lazım yani.

Hümay Ongan

1996 yılında, İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi’nde Sinema ve Televizyon okudu. İstanbul Üniversitesi’nde Radyo Televizyon ve Sinema yüksek lisansı yaptı. İyi bir sinema ve tiyatro izleyicisi. Özellikle toplumcu-gerçekçi Türkiye Edebiyatı okumayı seviyor. Yazmayı seviyor. Şu anda Episode'da sevdiği ve sevmediği dizi ve filmler hakkında yazabileceği için mutlu.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir