Sırlarla Kuşatılmış Kumdan Kaleler

 Sırlarla Kuşatılmış Kumdan Kaleler

Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirlerinin dışında kalan yerlerin hepsine “taşra” diyor Türk Dil Kurumu. Şehrin kalbine uzak, kendi evreninin vicdanına yakındır taşra. Haritası kendi insanının yüzündedir.

Taşralar, insanların bireysel ve toplumsal kaygılarla kuşatıldığı, taşınması zor sorumluluklarla dibe doğru itildiği, bulunan çözüm yollarından birinin mutlaka kalp ağrısına çıktığı yerlerdir. Hikâyeden yana bereketli topraklarla çevrili taşralar şiirin, romanın, sinemanın ve elbette televizyon dizilerinin en gözde coğrafyasıdır.

Channel 4 tarafından çekilen dört bölümlük suç draması mini dizi Deadwater Fell’in hikâyesi de İngiliz dizilerinin gözde mekânı taşralardan birinde geçiyor.

Dizinin açılış sahnesinde taşrayı da içine alan yemyeşil ve göz kamaştırıcı güzellikte bir orman yer alıyor. İzole ve uzak. Yaratıcısı, “Hikâyeyi gerçekten çok güzel yansıtan bir şey var o orman görüntüsünde,” diyor. “Sinsi, bir şeyler saklayan bu pastoral görünüm tıpkı karakterlerimiz gibi. Çünkü karakterlerimizin de birçoğu ya sırlarla ya da sevdikleriyle izole olmuş durumdalar. Tıpkı taşranın kendisi ve bunu gizleyen bu güzel orman gibi.”

İşte bu huzurlu İskoç kasabası Kirkdarroch’da doktor Tom ile öğretmen Kate üç küçük kız çocuğuyla beraber yaşamaktadır. Kızlarının en küçüğü Serebral Palsi hastasıdır ve Kate, onun doğumuyla başlayan ve sonrasında devam eden depresyonla savaşmaktadır.
Jess de Kate ile aynı okulda öğretmendir. Polis memuru Steve ve onun ilk eşinden olan iki erkek çocuğu ile birlikte yaşamaktadır. Bu çift aynı zamanda çocuk sahibi olmak için de tedavi görmektedir.

Bir gece, Tom ve Kate Kendrick’in evinde yangın çıkar. Alevler Jess tarafından tesadüfen fark edilir ve kasabalılarla birlikte hemen yardıma koşulur. Ancak yangında Kate ve üç kızı ölür, Tom ise yaralı olarak kurtarılır. Kurtarma sırasında dikkat çeken önemli detay ise hepsinin kollarında bulunan enjektör izidir. Olayın kaza olmadığının anlaşılmasıyla soruşturma başlar. Bu trajediye tanıklık eden izleyici de çözüme giden süreçte karakterlerin dünyasına giriş yapar.

Senarist Daisy Coulam, karakterleri bize tanıtmak için geçmişteki olaylara dönüş yapmayı ve aynı olayları Tom, Kate, Jess ve Steve’in gözüyle ayrı ayrı anlatarak yaşanan trajedinin katmanlarına inmeyi tercih ediyor. Haliyle bizim de gönlümüzün ekseni, olayı anlatana doğru kayıyor. Bu her kişiye ait taraflı tutum aslında oldukça lezzetli bir kafa karışıklığı yaratıyor. Derdini anlatan kim ise onun elini tutmak istiyoruz. Ağrı kimin gözbebeğine yerleşmişse onun imdadına koşuyoruz. Tüm mağduriyetlere kalben inanıyoruz.

Daisy Coulam diziyle ilgili verdiği bir röportajda, suç hikâyelerinde mağdurdan çok, fail hakkında fikir sahibi olduğumuzu, oysa suç olaylarının neden meydana geldiğini anlamak için önce mağdurların öneminin farkına varılması gerektiğini, Deadwater Fell’i yazarken de bu düşünceden yola çıktığını özellikle belirtiyor. Açıkçası şimdiye kadar okuduğumuz, izlediğimiz, tanıklık ettiğimiz tüm suç hikâyelerini tek tek gözden geçirmemize ve sorgulamamıza neden olacak güçte bir bakış açısı bu.

Bir insanı bir katilin hedefine koyan koşulları anlamamız, onu savunmasız bırakan sebepleri ortadan kaldırmamız konusunda bizi duyarlı olmaya çağıran bir hikâye. Çevremizde, en yakınımızda olup biten mağduriyet hikâyelerine kayıtsız kalmamamız gerektiğini, çözüm konusunda en büyük katkıyı bizim sağlayabileceğimizi bize hatırlatan bir hikâye.

Fakat bu önemli farkındalığın biraz okunaksız şekilde hikâyeye yedirildiğini söyleyebiliriz. Nedense bu öncelikli mesajı tırnaklarımızla kazıyarak bulmak zorunda kalıyoruz. Tüm yükü sadece David Tennant (Tom) ve Anna Madeley (Kate) gibi iki şahane oyuncunun kollarına bırakmak biraz kolaycılığa kaçmak gibi olmuş. Oysa Daisy Coulam biraz daha kelimelerin gücüne sırtını dayamayı tercih etseydi, bahsettiği “mağdurların öneminin farkına varılması gerekliliği” meselesi daha net ortaya çıkabilirdi. Örneğin Tom’un bir mağdur mu yoksa bir fail mi olduğu konusunda kafamızı karıştırdığı, cep telefonuna uzun uzun baktığı önemli bir sahne var. Bir an için, “Acaba bu sahneyi David Tennant oynamasaydı ne olurdu? diye düşünüyor insan.

Sözün olmadığı sahneleri de senarist yazar. Hem de duygunun her metrekaresini. Asıl güç elbette senaryonundur fakat işte karşımıza çıkan bu sahne, gücünü senaryodan mı yoksa David Tenant’tan mı alıyor diye bir kafa karışıklığına sebep oluyor. Oysa yaratmamalı. Kate’in mağduriyeti, Jess’in yalnızlığını anlatmak için de daha fazla sözcüğe ihtiyaç duymalıydı. Bu kadar mini bir dizide bu kadar derdi, kederi anlatmak için sözcüklerin de gücüne inanmak gerekiyordu. Yoksa meseleyi anlamaya kafa yoran izleyici, “Bu kısacık dört bölümü neden tepe tepe kullanmadın?” diye hesap sorar. Geriye kalanlar ise, “Bu mesele zaten ancak dört bölümde anlatılırmış,” deyip geçer.

Yeri gelmişken, zamanında Tom rolünün David Tennant için yazıldığı söylentileri çıkmış. Senariste, onu ilham alarak yazıp yazmadığı bile sorulmuş. Tom rolü yazıldığında David Tennant’ın oynayacağı belli olmadığı söylense de David Tennant, oynadığı her rolün hakkını veren ve sanki oynadığı bütün roller onun için yazılıyormuş hissi uyandıran iyi bir oyuncu. Tom karakterini de üzerine biçilmiş kaftan gibi giymiş, bu yüzden söylentilerin çıkmasına şaşırmamak gerekir.

Yapım, yönetim ve senarist ekibinin kadınlardan oluşması oldukça heyecan verici. Birçok yapımda kadın rejisinin, kadın kaleminin farkını hissetmek zaten mümkün. Bu hikâyeyi de farklı kılan bir özellik var ki o da sadece kadınların yaşadığı, geçiştirilen ya da yeterince idrak edilmeyen iki önemli hastalığı hikâyenin merkezine taşımaları. Bu sağlık sorunlarının kişide ve çevresinde yol açtığı hasarı hatta faciayı görmemiz açısından da önemli bir hikâye. Sevgilisinin çocuklarıyla yaşayan ve tüp bebek (IVF) tedavisiyle çocuk yapmaya çalışan Jess, Serebral Palsi (Cerebral Palsy) hastası Charlotte’u dünyaya getiren ve “doğum sonrası depresyon” (Postpartum Depression) yaşayan Kate gibi. Bu konulara belki daha derin, daha keskin bir dokunuş çok yakışırdı ancak bu hali bile övgüye değer.

Bazı haberlerde Deadwater Fell’in bir Netflix belgeseli The Staircase’den esinlenilerek yazıldığı söylense de bu doğru değil. Deadwater Fell suç belgesellerine ve hikayelerine oldukça ilgi duyan, deneyimli senarist Daisy Coulam’a ait özgün bir hikâye. Diziyi yazmadan önce hikâye danışmanlığı konusunda adli suç psikologları, polis ve başka profesyonel danışmanlarla bir araya gelen Daisy Coulam, gerçek temalardan ve araştırmalardan yola çıkarak tamamen kendi hikâyesini yaratmış.

Sırlarla kuşatılmış, mükemmel görünme takıntısıyla cilalanmış ilişkilerin yaldızlarının nasıl döküldüğünü görmek için izleyin. Tüm mağdurların anısına izleyin.

Episode’un 19. sayısında yayımlanmıştır.

Devrim Toyran

1973 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. Yıllardır hep bir şeyler yazmasına rağmen “Yazmak, benim yaşam biçimim,” cümlesini kuramadı gitti. Mali işler kariyerine son verdikten yıllar sonra senaristlik dersi alıp aklını, fikrini bu sektöre yormaya başladı. Londra'da yaşamasıyla İngiliz dizilerine hayranlığının alakası yoktur…

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir