“KIYI CİNAYETLERİ” YA DA GERÇEK BİR SUÇU DOĞRU ANLATMAK

 “KIYI CİNAYETLERİ” YA DA GERÇEK BİR SUÇU DOĞRU ANLATMAK

Bu yazı, Episode Dergi’nin 25. sayısında yayımlanmıştır.

Son birkaç yılda hangi dijital platformu açsak gerçek suç belgeselleri ya da gerçek suçlardan yola çıkılarak yazılan dizi ve filmlerle karşılaşıyoruz. Yeni belgeseller/diziler/filmler yayınlandıkça ilgi daha da artıyor. İlgi arttıkça bu türde daha fazla eser üretiliyor. Pek çoğu romanlara, kurgu dışı kitaplara konu olan büyük suçlar ya da çözülememiş cinayetler, seri katiller… İzlerken “heyecanlandığımız”, bir sonraki bölümde ne olacağını merak ettiğimiz işler. Fakat tüm bunlar bir tartışmayı da önümüze getiriyor. Senaryo diliniz, kamerayı nasıl kullandığınız, bölümleri nerede bitirdiğiniz cinayetlere yaklaşımınızı da ele veriyor. Cinayetlerin önemsizleştiği, seri katillerin “karizmatik” hale getirildiği günümüzde, gerçek suçlarla ilgili dizi/film/belgeseller, öldürülen/saldırıya uğrayanların birer insan olduğunu nedense unutmayı tercih ediyor. Yakın zamandaki örneklerden birini ele alalım. Ted Bundy hakkındaki belgeseller ve diziler, Ted Bundy’yi pek çok insanı öldürmüş bir katil olarak mı, yakışıklı, zeki, çok iyi bir avukat ama arada suç da işleyen “çekici” bir adam olarak mı gösteriyor? 

Maalesef gerçek suçlarla ilgili bir şeyler izlemek isterseniz yüksek ihtimalle seri katilleri, sapıkları daha fazla izlenmesi için “karizmatikleştirmeyi” tercih eden işlere daha çok denk gelirsiniz. Özellikle Netflix’te bu popülist işlerden kaçmaya çalışırken doğru soruları soran, doğru yerde konumlanan dizi/belgeselleri bulmak güçleşiyor.

Bu nedenle özel ilgi alanım olmasına rağmen suç belgesellerine ya da gerçek suçlardan uyarlanan dizilere bir süredir uzak duruyordum, The Pembrokeshire Murders karşıma çıkana kadar.

TV+, son zamanlarda kataloğunu merak ettiğim platformlardan biri. Farklı ülkelerden ilgi çekici polisiye dizileri kataloğuna ekliyor. The Pembrokeshire Murders’a da TV+’ta gezerken rastladım. Üç bölümlük bu mini dizinin ITV yapımı olduğunu görünce de izlemeden geçemedim.

Galler’in güneybatısında bir ilçe Pembrokshire… Nefis doğası, sakinliğiyle ünlü. Bu ilçede 1980-1996 yılları arasında çok ciddi suçlar işleniyor. Galler’de her gün çifte cinayet vakalarına rastlanmadığı için yıllar geçse de bu bölgede yaşayanların hafızasından çıkmıyor.

The Pembrokshire Murders, 2009’da başlayan soruşturma sürecini konu alıyor. Polisiye izleyicilerinin özellikle The Ailenist (Ruh Avcısı) dizisinde canlandırdığı John Moore karakteriyle tanıdığı Luke Evans başrolde,  Steve Wilkins adlı bir başkomiseri canlandırıyor. Steve Wilkins, 17 yaşında Pembrokshire’a taşınan, 1980’de Cheshire Emniyeti’nde göreve başlayan, bir süre İngiltere’de çalıştıktan sonra tekrar ülkesine dönen gerçek bir dedektif.  1980-1996 yılları arasında işlenmiş ve faili meçhul kalmış birkaç büyük suçla ilgili, 200 yılında DNA ve adli tıp alanında yaşanan gelişmeleri göz önüne alarak dosyaları tekrar açmaya karar verir. 6 kişilik bir ekip kurar, soruşturmayı basından gizli yürütebilmek için bu ekip, ailelerine bile hangi dosya üzerinde çalıştığını söylemez bir süre. 

İlk faili meşhul dosya, Galler’in güneyindeki çifte cinayettir. 22 Aralık 1985 akşamı, Richard Thomas ve kardeşi Helen Thomas, Milford’ın 3 mil dışında Scoveston Park’taki evlerinde saldırıya uğrar. Helen’e tecavüz edilir ve vurularak öldürülür, Richard da karnına ve başına aldığı kurşunlar nedeniyle ölür. Katil, cinayetleri işledikten sonra tüm evi ateşe verir. Yangın nedeniyle çok az kanıt toplanabilmiş, sonuca ulaşılamamıştır.

İkinci faili meçhul vaka, 29 Haziran 1989 sabahında Peter ve Gwenda Dixon, Little Haven/ Pembrokeshire Sahil Yolu’nda öldürülür. Oxfordlu çift, çadırları kurulurken kısa bir yürüyüşe çıkar. Yürüyüş sırasında saldırıya uğrarlar,  ikisi de yakın mesafeden vurularak öldürülür. Cesetleri 6 gün sonra bulunur.

Üçüncü vaka, 6 Mart 1996. 15-18 yaş arasındaki 5 çocuk (3 kız, 2 erkek) Norton Hill Konağı yakınında saldırıya uğrar. Saldırgan, çocukları tehdit edip yere yatmalarını söyler. Bir kız çocuğuna tecavüz eder, diğer kız çocuğuna cinsel saldırıda bulunur. Erkek çocukları döver.

Dördüncü vaka ise faili bilinen bir vaka. 22 Kasım 1996 gecesi bir bungolav soyulur. Kurban, maskeli bir adamla karşılaşır, panik butonuna basar. Fail, kişisel eşyalarını alamadan kaçar. Geride bıraktıkları: Çalıntı mücevherler, kar maskesi, eldiven ve bir namlulu tüfektir. 

Steve Wilkins, bu birbirinden bağımsız gibi görünen hırsızlık, cinsel saldırı, cinayet vakalarında kullanılan kar maskesi ve namlulu tüfek nedeniyle bir bağ kurar. Ve bu bağın peşini bırakmaz. Bu sırada dedektifin aklındaki bir numaralı şüpheli de bellidir: John William Cooper. Dördüncü vakanın faili. 1944 doğumlu olan Cooper, 17-21 yaşları arasında araba hırsızlığı ve polisi saldırmak gibi suçlar işler. Ama 1998 yılından beri cezaevinde olma nedeni, Pembrokshire bölgesinde işlenen 30 farklı soygundan suçlu bulunmasıdır. Soruşturma tekrar açıldığında 10 yıldır cezaevindedir ve yakın zamanda şartlı tahliye için başvuruda bulunmuştur. 

Dedektif Steve Wilkins, dördüncü vakanın kanıtları ile ilk üç vakada toplanan bilgi ve kanıtları bir araya getirdiği ve tüm suçlar aynı bölgede işlendiği için failin John Cooper olduğundan emin gibidir. Suçların üstünden neredeyse 30 yıl sonra yeni bir ekip kurarak tüm vakaları tek tek incelemeye başlar. Burada dedektiflerin en güvendiği şey, tabii ki adlı tıp ve olay yeri inceleme alanlarında yaşanan gelişmelerdir, özellikle DNA çalışmaları. 

Galler’de son 10 yılın en önemli davalarına bakan Adli Tıp Uzmanı Angela Gallop ile çalışmaya başlarlar. Dedektiflerin önceliği, farklı olay yerlerinden toplanmış yüzlerce kanıtı en mantıklı biçimde gruplamak ve biliminsanlarının gereken DNA’yı bulabilmesi için doğru kanıtlar üzerinden test yapmalarını sağlamak… Bu yüzlerce kanıtı elemek demek. Elemek zorundalar çünkü hem zaman kaybetmek istemiyorlar, hem de sınırlı bir bütçeleri var ve bu bütçeyi aşmamaları gerekiyor. 

“Cooper ya da maktullere ait DNA’ları içeren kanıtları seçeceğiz, her türlü formda. Deri, saç, tükürük, sperm, kan.  İdeal olan, analize göndereceğimiz şeylerin limitsiz olması. Ama adli tıp çalışmaları pahalı. Ve bizim bütçemiz kısıtlı.  Kısacası göndereceğimiz her şeyi çok dikkatlice seçmeliyiz.”

Ekip, aylar boyunca çalışır, arşivlere girilir, tüm kanıtlar tek tek incelenir. DNA bulunabilecek kanıtlar adli tıbba gönderilir. 350 bin poundluk adli tıp araştırma bütçesi, günden güne erimeye başlar. Fakat Wilkins ve ekibi halen bir sonuca, net bir kanıta ulaşamamıştır.

Wilkins tam bu noktada basın aracılığıyla bir hamle yapar. Aylardır basından gizlenen soruşturmayı John Cooper’ın her akşam izlediğini bildiği haber programında açıklamaya karar verir. Amacı cezaevindeki John Cooper’ı panikletmek ve panikledikten sonra yapacaklarını izlemektir. Wilkins, katıldığı TV programında, DNA alanındaki gelişmelerin pek çok faili meçhul cinayeti çözdüğünü, Pembrokshire cinayetlerini de çözeceklerinden emin olduğunu, sonuca çok yaklaştıklarını açıklar.

John Cooper, cezaevinde televizyonun karşısındadır, programı izledikten sonra ise artık her gün cezaevinin kütüphanesinde yerini alır. İlgi alanı ise DNA kitapları haline gelir.

Wilkins’in bir sonraki adımı, Cooper’ın şartlı tahliye başvurusunun ertelenmesini sağlamak olur.  Cooper’ın başvurusu olumlu sonuçlanacakken Wilkins’in ilgili heyetle görüşmesiyle başvuru 6 ay sonraya ertelenir. Fakat kazanılan bu zaman da pek işe yaramaz. 350 bin poundluk bütçeden sadece 17 bin pound kalmışken Cooper, tekrar şartlı tahliye başvurusunda bulunur. Wilkins ve ekibinin elinde dava açacak bir kanıt olmadığından şartlı tahliye kabul edilir ve Cooper serbest bırakılır.

Bu sırada Wilkins, bir görgü tanığının bankamatikten para çekerken gördüğü eski bir robot çizimde Cooper’ın giydiği şorta odaklanır. Bu şortu tüm kanıtlar arasında bulur ve son bütçeyi bu şortun tamamına DNA analizi yaptırarak harcar. Ekip, John Cooper’ın özel hayatıyla ilgili de araştırmalara da devam eder. Cooper’ın ilginç bir hayat hikâyesi var; yoksul bir ailenin çocuğu olarak büyüyor, gençlik yıllarında hırsızlık yapıyor. Sonra bir şans oyunundan bugünkü ederi 500 bin poundun üzerinde olan bir ödül ve bir araba kazanıyor. Evli ve bir çocuk babası olan Cooper, bu kadar çok parayla ne yapacağını bilemiyor. Yurtdışına tatile gidiyor, büyük bir çiftlik alıyor, sonra kendini kumara ve içkiye veriyor. Kumar oynadıkça hem parasından hem de satın aldığı çiftlikten, arabasından oluyor ve tekrar yoksul günlerine dönüyor. Aynı bölgede neredeyse soymadığı ev, işyeri kalmayınca büyük bir operasyonla tutuklanıyor ve son 10 yılını hapiste geçiriyor. Cooper’ın tutkuyla bağlı olduğu bir hobisi var; dart oynamak. Mayıs 1989’da bir TV kanalında düzenlenen dart yarışmasına katılıyor. Yani ikinci faili meçhul vakadan bir ay önce. Dedektif Wilkins ve ekibi, bu bilgiye ulaşır ulaşmaz, TV kanalından arşiv görüntüleri istiyor ve bingo! İşte robot resimdeki adamın ta kendisi, TV’de dart yarışında kendini tanıtan John Cooper. Haki şorttan da maktullerden birinin kanına ulaşılınca somut kanıtların sayısı artmaya başlıyor.

Ocak 2009’da şartlı tahliye ile serbest bırakılan John Cooper, Mayıs 2009’da tekrar gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, mahkeme karşısına çıkıyor ve 2011’de tüm vakalardan suçlu bulunarak ömür boyu hapse mahkûm ediliyor.

Tüm bu olaylardan sonra soruşturmayı yürüten Dedektif Steve Wilkins’a yıllarca kitap yazma teklifi gelmiş. Başlarda bu teklifleri reddeden dedektif, gerçeğe aykırı pek çok yazı çıkıp bazılarının şehir efsanesi haline geldiğini görünce, öncelikle maktul yakınları için tüm süreci doğru ve hassas bir biçimde aktarmanın görev olduğunu düşünmüş. Bunun üzerine de Jonahtan Hill ile birlikte yazdıkları The Pembrokshire Murders: Catching the Bullseye Killer adlı kitap 2013’te yayımlanmış.

Dedektifin, ITV’den kitabı dizi yapma teklifi geldiğinde de sorduğu ilk soru, “Tüm maktul yakınlarının onayını da aldınız mı?” olmuş. Sanırım bu yaklaşım ve hassasiyet nedeniyle The Pembroksiher Murders, “Kıyı Cinayetleri” olarak da bilinen bu gerçek suçu gün yüzüne çıkartan araştırma sürecini katile ve maktullere mesafesini doğru alarak iyi bir biçimde anlatıyor. Yıllardır yakalanmamış ve tüm suçları reddeden bir katili, “müthiş bir zekâya sahip, özel yetenekleri olan” biri gibi göstermek yerine, bilimsel yöntemlerin ve teknolojinin o günkü yetersizliği ve yıllar içindeki gelişiminin suçların ortaya çıkarılmasındaki katkısını, soruşturmayı yürüten bazı polislerin o günkü hatalarını bugün telafi etmeye çalışan detaylı araştırma yöntemlerini göstermeyi tercih ediyor. Böylece, yıllardır açık olan birkaç faili meçhul dosyanın nasıl kapatılabildiğini de  sakin bir biçimde seyircisine aktarıyor. İşte tüm bu nedenlerle The Pembrokshire Murders, gerçek suç belgesellerini ya da polisiye dizileri sevenler için kaçırılmayacak bir mini dizi.

Özlem Özdemir

1984 doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu, aynı bölümde yüksek lisans yaparken eğitim yayıncılığı alanında çalışmaya başladı, iki yıl sonra kültür yayıncılığı alanına geçti. Bilim ve Gelecek dergisinde Yazı İşleri Müdürü, Esen Kitap'ta Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştı. SoL gazetesinin bilim eki BilimsoL'a ve kitap ekine katkı sundu. Mylos Yayın Grubu'nun kurucularından. Episode ve 221B'nin yayın yönetmeni.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir