Onların Hikâyesi: Hazal Kaya-Burak Deniz

 Onların Hikâyesi: Hazal Kaya-Burak Deniz

[highlight]Bu akşam final yapacak Bizim Hikaye‘nin iki yıldızı Hazal Kaya ve Burak Deniz’i 7. sayımızda konuk etmiştik. Açık yüreklilikle sorularımızı yanıtlayan ikilinin sektörün gidişatı, Türkiye’nin durumu, set halleri ve özel hayatlarına dair sözleri önemli. Diziye veda ederken bu özel röportajla baş başa bırakıyoruz sizi…[/highlight]

Bizim HikayeShameless uyarlaması… Böyle uyarlama mı olur! Olmaz! Olur! Hayır efendim, olmaz! Bal gibi de olur! İyi giden reytingleriyle, başarılı oyuncu kimyasıyla, iyi yaratılmış atmosferiyle dizi rüştünü ispatladığına göre bize de bu tartışmaları bir kenara bırakmak düştü. Başrol oyuncuları Hazal Kaya ve Burak Deniz’i Mr. Cas Otel’de, uzun bir fotoğraf çekiminin ardından -O değil de epey fotojenikler!- yorgun argın ama her şeye rağmen röportaja hazır bir şekilde yakaladık! Oyuncularla röportaj yapmanın en güzel tarafı, hepimizin kafasındaki o bilindik ünlü imajının yerle bir olması. Başka bir evrende yaşadıklarına inandığımız insanların, insan olmaktan ve aynı dünyayı paylaşmaktan dolayı hepimizle ortak bir sürü derdi var. Hazal Kaya da Burak Deniz de tertemiz enerjileriyle, sıcak halleriyle, gülen yüzleriyle mesleklerine ve hayata dair dertlerini bizimle paylaştılar.

Röportaj: Ezgi Özcan-Engin İnan
Fotoğraflar: Ozan Balta

Nasıl gidiyor hayat bu ara ya da set dışında bir hayatınız var mı, neler yapıyorsunuz?

Hazal: Set dışında ciddi bir hayatımız yok tabii ama keyfimiz yerinde, iyiyiz.

Burak: İyiyiz. Hazal’ın dediği gibi set dışında, ki o benden daha çok çalışıyor, bir şey yapamıyoruz; mesela bugün ve yarın tatil, ya hızlı bir plan yapıp iki günü değerlendirmek adına bir yerlere gidiyorsun ya da yapacak bir şey bulamayıp evden çıkmıyorsun. Hepsini yapamayacaksam hiçbir şey yapmayayım diye düşünüyorsun.

Hazal: Bunun altına da ben imza atacağım.

İkiniz de erken yaşta set hayatına başladınız. Kaç yaşındaydınız?

Hazal: 16

Burak: 17

Nasıl geçti setlerde ergenlik?

Burak: Ağlama sahnelerinde çok işime yarıyordu.

Hazal: Çok zordu. 16 yaşın altını bilmiyorum mesela, şimdi bizim sette Alp’le Zeynep var.

Burak: Gayet memnun görünüyorlar.

Hazal: Evet, çünkü bizim set ortamımız çok eğlenceli, çok mutlular. Biz de abla-abi gibi olduk. Reklam setlerine 14-15 yaşlarında başladım. Bir sürü buhran yaşıyorsun, hormonlarına mukayyet olamıyorsun ama yapman gereken çok ciddi bir iş var, disiplinli olmak zorundasın. 17-18 yaşlarındayken arkadaşlarım dışarı çıkıyordu, hiçbir zaman öyle bir vaktim olmadı. Toplu fotoğraflarda yokum mesela, ona çok üzülürüm. Üstelik kendinle başa çıkamazken bu işi yapmanın getirileriyle baş etmek çok zor.

Burak: Benim durumum Hazal’dan farklı; İzmit’te büyüdüm, buraya gelmek benim için heyecan vericiydi. Burada yalnızım duygusu olmadı bende pek. Annem sağ olsun, beni hep dışarı yollardı, izcilik yaptım. Özgür bir adamdım. Buraya geldiğimde sektör, dizi işleri, İstanbul, yeni insanlar beni çok açtı, çok hoşuma gitti. Sadece ilk diziden sonra 5 aylık bir boşluk oldu, onun dışında hep çalıştım. O yüzden nasıl geçtiğini anlamadım diyebilirim.

Hazal: Enteresan bir psikoloji yaratıyor. Sürekli sette olduğum için bir şeyleri mi kaçırıyorum hissi oluyor, o çok zorlayıcı, özellikle ergenlikte. Oyuncu olmak çok istediğim bir şeydi. O kadar da renkli olmadığını, çileli olduğunu görmek, onunla yüzleşmek çok zordu…

Hiç kafanızın karıştığı, nefes almak istediğiniz bir dönem oldu mu?

Burak: Başarı neyle ölçülüyorsa, onaylanmak mı, para mı, başarının sendeki karşılığı neyse onu karşıladığında birtakım şeylerden vazgeçmek zorunda kalıyorsun. Sadece oyunculuk için değil, hayatımın genelinde bu var. Bir şeyleri istiyorsan diğer şeylerden vazgeçmen gerekiyor. Ben bunun farkındalığıyla yoluma devam ettiğim için öyle bir sıkıntı yaşamadım.

Hazal: Ben bir ara durmak istedim ve aşçılık okudum. Yaptığımız iş de bunu gerektiriyor, bir saniye durup ben ne yapmak istiyorum diye sorman gerekiyor… Bir alternatif yaratmak çok iyi geliyor. İnsana dair bir iş yapıyoruz ama birbirimizden başka kimseyi tanımıyoruz ve görmüyoruz aslında.

Burak: Çok sektör içinde kalıyoruz.

Hazal: Evet, o durumda da başka bir şeyin eğitimini almak, başka insanlarla, başka dünyalarla tanışmak insanın ufkunu genişletiyor.

Burak: Tekdüze yaşamak hep işle geçen bir hayata dönüşüyor. Mesela seyahat etmeyi çok severim. Böyle bir olanağım var ve bunu değerlendirmek hoşuma gidiyor. Başka insanları, başka kültürleri, başka yerleri görmek…

Hazal: Ben de seyahat etmeyi çok seviyorum ama benim için seyahatin seyri değişiyor. Aşçılık okulu mezunuyum, artık bir yeri gezerken burada ne pişiriyorlar, ne yiyorlar diyorum. Ufkunun genişlemesi böyle bir şey. Bunların peşine düştüğünde bambaşka insanlar, yeni dünyalar tanıyorsun. Bir yerin kültürünü en dibinden tanıyorsun çünkü bir yerde neyin nasıl pişirildiği, o yerle ilgili çok önemli tüyolar veriyor. O yüzden özellikle bizim gibi çok içine kapalı, kendi dünyasında yaşayan meslekler için başka ilgi alanları, başka dünyalar çok önemli.

Hazal Kaya: Türkiye’nin esas meselesi, toplumsal anksiyete

Türkiye’de genç kuşağa dahilsiniz, sizi de gençler izliyor. Burada yaşamak nasıl hissettiriyor?

Hazal: Geçen yıl bu zamanlarda, 1 Ocak’ta Reina katliamı oldu. Bir dönem her yerde patlamalar oluyordu, şimdi her gün çocuklara, hayvanlara yapılan eziyetlere şahit oluyoruz. Esas mesele toplumsal anksiyete; birbirimize bakışımız değişti, birbirimizden korkar olduk. “Düt!” diyemiyorsun arabayla giderken, çıkıp bana bir şey yapar mı diye…

Burak: Herkes her şeye çok alınıyor. Trafikte bir şey yaşandığında, göz göze geldiğinizde hemen tartışmaya başlıyorsunuz. Bu, bir arabanın öne geçme mevzusu ya da arabanın yanlış hamle yapması değil, hemen kişisel algılanıyor. Kadın cinayetleri, taciz vakaları… Avrupa’da böyle şeyler olduğunda çok üzülüyorlar, büyütüyorlar mevzuyu çünkü yok. Burada öyle değil; akşam açıyorsun, geçiyorsun haberi, duygusuz olduğundan değil, evrildiğinden. Kabuk bağlamış artık, elinde değil. Seni üzmediğinden değil, duymak istemiyorsun.

Hazal Kaya: Bizim varlığımız, hissettiklerimiz yok sayılıyor

Türkiye’de oyuncu olmak nasıl?

Burak: Yorucu.

Hazal: Ünlülerle ilgili yaratılmaya çalışılan bir imaj var; aslında biz burada, bu şartlarla yaşamıyormuşuz ve sırça köşklerimiz varmış gibi. Aslında bizim de bir sürü derdimiz var, biz de insanız gibi saçma bir şey söylemek istemiyorum ama yok sayılıyor bizim varlığımız, hissettiklerimiz, düşündüklerimiz, yaşıyor olabileceklerimiz. Mesela anksiyete hastalığımla ilgili bir açıklama yapıyorum, “Adele’in hastalığı” diye başlık atıyor bir gazete, aslında bütün ülkenin, bütün dünyanın anksiyete hastası olduğunu yok sayıyor. Seni başka bir yere, ünlüler dünyasına konumlandırmak istiyor. Dünyada onyıllardır görülmemiş bir kriz yaşanıyor, dünya anksiyete hastası, anksiyete=kaygı bozukluğu. Her an endişeliyiz; tam olarak neden kaygı duymamız gerektiğini bilmiyoruz sadece kaygı duyuyoruz. Benim bunu söyleme sebebim şuydu: Yalnız değilsiniz! Bir atak geçiriyorsan sorun yok, ben de yaşıyorum, yalnız değilsin! Bizim söylediklerimiz, söylemeye çalıştıklarımız hep yüzeyselleştirilmeye çalışılıyor. Bu, çok rahatsız edici.

Burak Deniz: Karar verenin hep erkekmiş gibi sunulması beni rahatsız ediyor

Hollywood taciz açıklamalarıyla çalkalanıyor. Türkiye’de bunları konuşmak bile çok güç hâlâ, burada da yaşanan sorunlar var belli ki ama neden konuşulmuyor?

Hazal: Kadın meselesi bizde yeni yeni konuşuluyor. Taciz skandallarından önce Amerikalı, şunu konuşuyordu: Kadın odaklı senaryolar yazılmıyor. Merly Streep bile “Ben ki adına en çok iş yazılan kadınım, neden başka kadın oyuncu göremiyorum, çok iyi oyuncularımız var 30 yaş üstü, ne yapıyorsunuz?” dedi. Bu konular orada bambaşka bir sürece girdi. Biz kadının varlığını, şiddet gördüğünü, tacize uğradığını henüz konuşmaya başladık. Dolayısıyla katedeceğimiz çok yol var. Bu noktada az önce bahsettiğim, oyuncuları küçümseme, bir kalıba, yüksek bir yere koyup yok sayma, sizin ne derdiniz var durumu bu konuların bizim üzerimizden tartışılmasını etkiliyor. Biz bu konuda bir şeyler söylediğimizde ciddiye alınmamızı engelliyor. Halbuki çok önemli bir şey söylüyor olabilirim ya da yaşıtım bir kadın oyuncu bambaşka bir şey söylüyor olabilir.

Burak: Yanlışsam söyle; sanırım kadını kadın, erkeği erkek gibi izlemek istiyor. Sen kadına bir güç verdiğinde inandırıcı gelmiyor ona. Ne kadar acınası bir durum bu.

Hazal: Öyle olduğunu düşünüyordum ben de bizim işe kadar. Ama Filiz’in güçlü durması, babasına karşı çıkması, sadece yalan söylediği için adamı terk etmesi… Bizim işin bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Kadın dizisini de yapıyor Medyapım, orada da bir kadın ve iki çocuğun hikâyesini anlatıyor. Türkiye gibi bir yerde, çok fakir bir mahallede, başında erkek olmayan kadın olmak… İki işte de böyle bir durum var, ikisi de çok izleniyor. Anne vardı geçen sene. Bir kadın, eziyet gören bir kızı kurtarıp ona annelik yapıyor. Ufak Tefek Cinayetler, dört farklı kadını, bambaşka bir dünyayı anlatıyor. Hep bir erkek üzerinden anlatıldı kadınlar; bir erkek yüzünden ya da bir erkek sayesinde… Şimdi kadına döndük ve izleniyor işte. Daha önce arz edilmediği için talep görüp görmeyeceği bilinmiyordu sadece.

Burak: Karar verenin hep erkekmiş gibi lanse edilmesi bir erkek olarak beni inanılmaz rahatsız ediyor. Bu biraz toplumsal dinamiklerle de ilgili. Feminizm yükseldiğinde Nothing Hill gibi, kadının star olduğu filmler çekilmesi mümkün olacak. Biz ülke olarak süreçten geçiyoruz.

Hazal: Big Little Lies, tamamen kadınların toplumdaki algısını işleyen bir dizi, Emmy’de ödülleri topladı. The Handmaid’s Tale bir kadın distopyası, korkunç bir şey, erkekler inanılmaz rahatsız oluyor izlemekten, ödüller alıyor. Wonder Woman, bir anda gişe rekorları kırdı. Oluyormuş demek. Kadın artık güçlenirken kadının cinsel arzuları da göz önüne alınıp sunulmaya başlandı. Erkeklerin arzu nesnesi olma durumu… O da aynı zaman da değişmeye başladı. Sen kendini kullanışlı arzu nesnesi olarak görmeye başladın mı?

Burak: O dizide ya da filmde bazı departmanlar var, departmanlardan biri bensem ve amacım karakterin bu yönünü ortaya çıkarmak-sunmaksa senaryo ya da oyun ona göre şekilleniyor.

Hazal: Bizde önceden tüm oyunculara sadece yakışıklı ya da güzel diye bakılırdı; artık yeni bir anlayış var, bu hoşuma gidiyor. Brad Pitt sadece çok yakışıklı bir adam değildi, yetenekli bir oyuncuydu her zaman. Johnny Depp ne aynı şekilde. Nicole Kidman sadece çok güzel bir kadın değil, dünyanın en yetenekli oyuncularından. Bizde de bu yaklaşım oturmaya başladı; hem güzeller, hem yakışıklılar hem de yetenekliler diyorlar artık. Biz gözden kaçırıyoruz bazı şeyleri. “Çok etkilendim, kıza çok üzüldüm,” dediğinde çok yetenekli o kız, o yüzden üzülüyorsun. Kız çok güzel olduğu için üzülmüyorsun. Yeterince yetenekli olmadığını, yeterince iyi oynamadığını düşünebilirsin ama sana bir şey hissettiriyorsa yetenekli işte. Sana bir şey hissettirmek, yaptığımız iş o zaten. Ama bütün o hırsla, sana empoze edilmiş şeylerle diyorsun ki, “Hayır, sadece güzel/yakışıklı.” Bizde beğenmemek ve takdir etmemek bir statü sembolüne dönüştü. Halbuki sahip olduğumuz değerleri takdir etmeliyiz ki o değerler kendi içinde büyümeye devam etsin. İnsanların ilham aldıkları kişi her ne işle meşgulse o yolda bir adım atmaya cesaretleri olsun. İnsanlar takdir etmeyi öğrenmeliler ki kendi çocukları da beğenilmeme telaşıyla yapmak istediklerinden vazgeçmesinler.

Yerli dizi sektörü çok büyük ve uluslararası etkisi de yüksek. Ancak buna rağmen tam bir sektör olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hazal: Sadece bizim sektörümüz Türkiye’ye senede 300 milyon dolar kazandırıyor; ileride 1 milyar dolar olması bekleniyor. Ama bir yandan reyting sistemi değişiyor, kimin ne izlediği anlaşılamıyor, yurtdışında izlenen burada izlenmiyor, burada izlenmeyen yurtdışında izleniyor. Hâlâ Aşk-ı Memnu, Adını Feriha Koydum, Muhteşem Yüzyıl, Binbir Gece satılıyor. Meksika’ya iş satıyorsun, Hollywood’a girişi Meksika’dan sağlayabilirsin, oradasın şu an.

Burak: Yapsana yatırımı, bastırsana, adamlar neler yapıyor…

Hazal: Hâlâ diziye marka koyamıyorsun, marka koyamadığın için İstiklal Caddesi’nde, Sultanahmet’te çekim yapamıyorsun ama kültür satıyorsun. Bu, “Siz de neler konuşuyorsunuz!” gibi gelebilir insanlara ama Türkiye’nin, Türk oyuncuların isminin dünyada duyulması önemsiz değil. Güney Amerika, Rusya, Ukrayna bizi izliyor. İlk defa Emmy aldık, Hilal Saral’a ve bütün ekibe teşekkür ederiz. Manhattan’ı biliyoruz, San Fransisco’nun yokuşlu olduğunu biliyoruz, İstanbul’u biliyor musun?

Burak: Gerçek anlamda yatırım yapmak, gerçek anlamda oyuncu bulmak, ona göre bir iş hazırlığı yapmak lazım bunların olabilmesi için.

Hazal Kaya: İnsanlar “Bizim Hikaye”yi samimi buluyor

Sette durumlar nasıl?

Burak: Herkes kendi işini yapıyor bizim sette, herkes birbirine saygılı.

Hazal: O yüzden tıkır tıkır gidiyor. Bizim sette daha üçüncü günde bir kaynaşma oldu. Biri bir şey mi unuttu, öbürü tamamlıyor. Egonun lafını etmeden yapıyor. İş öyle yürüdüğü ve biz de tam olarak öyle bir dizi çektiğimiz için her şey klik oldu. İnsanlar bizim işimizi izlemekten çok mutlu oluyor, çok samimi buluyor, bütün sebebi bu. O gün çok kötü uyandıysam, kendimden ve hayattan nefret ediyorsam biliyorum ki sete geleceğim, Burak beni çok güldürecek ve bir şekilde halledeceğiz. Yağız gelecek, bir şey diyecek, çok mutlu olacağım; Nejat gelecek halimi hatırımı soracak, yönetmen Serdar, yönetmen yardımcısı Selin gelecek… Mutlaka sete gittiğimde toparlayacağımı biliyorum, bu çok büyük bir lüks.

Burak: Burada oyunculara çok iş düşüyor. Set ekibi zaten yapması gerekeni yapıyor. Ben aksini görmedim, herkes yaptığı işten memnun ya da memnun olmayanın da yaptığı işten değil memnuniyetsizliği. Bir ışıkçı amca mesela, öyle bir çalışıyor ki ona bakarken rahatlıyorsun. Bu, parayla ilgili değil. Bizde herkes işinin farkında, işin gereklerini yapıyor, işte bu noktada da oyunculara iş düşüyor.

Peki, sektör bu kalifiye elemanı yetiştirebiliyor mu oyuncular dışında?

Hazal: Kendi içinde de yetiştiriyor, eğitimlisi de geliyor. Önemli olan, onu sette tutması. Kişi bir süre sonra diyor ki, “Ben niye bu kadar az kazanıyorum?” O yüzden de set çalışanlarının, ışıkçısından kostümcüsüne, sanat yönetmeninden prodüksiyonuna en düşük gelir seviyesinin belli olması gerekiyor. Bizim paralarımızdan bahsederken bunları kaçırıyoruz hep. Aynı şey yönetmen için de geçerli. O olmadığında, “Bilmiyorum ki ben bu işi, ışık tutuluyor herhalde, ne bileyim?” diyen biri öbürünün önüne geçiyor. Senelerdir sektörde olan birinin önüne geçip daha az paraya aynı işi yapıyor. Sektörün kalifiye elemanları çalıştırabilmesi, kalifiye elemanların da sektörde kalabilmesi için bunların yapılması gerekiyor.

Oyuncu-menajer ilişkisi kariyer planlaması olarak işlemeye başladı mı?

Hazal: Hayır, işleyemez, çünkü öyle bir alanın yok. Çünkü yarın reyting sistemi değişecek mi bilmiyorsun.

Burak: Çok fazla çalışıyorsun, çok fazla insanla muhatap olduğun için bir yerden sonra ayar kaçabiliyor, öyle olduğunda menajerim beni uyarıyor. Orada hata da şu; reklam kaygısı var, reyting kaygısı var, yetiştirilmesi gereken bir iş var, bu çocuğun para kazanması lazım, bu kızın yapması gereken şeyler var, komedi mi dram mı yapmak lazım, çünkü komedi yapınca dramda izlenmiyor… Düşünmem gereken o kadar çok şey var ki hiçbir zaman sadece oyunculuk düşünemiyorum. Geçen Büşra (Develi) anlattı, bir arkadaşı demiş ki, “Bunlarla uğraşmak istemiyorum, ben oyunculuk yapmak istiyorum.” Yine çok geriden ilerliyor işler burada. Çok yeni konular bunlar; tabii ki gelişecek, biraz zaman.

Hazal Kaya: Hiçbir zaman sadece oyunculuğu düşünemiyorum

Menajerin işini yapacağı alan yok derken biraz daha açar mısın?

Hazal: Bu işte oyuncuların marka olması meselesi de var ya, öyle bir alanın yok senin. Özellikle TV’den para kazanan bir oyuncuysan şartlar tamamen değişti. 5 yıl önceye kadar reyting sistemi çok farklı işliyordu. Sistem içerisinde denekler belliydi. Kendini nerede konumlandıracağını, atacağın adımı düşünebiliyordun. Şu an öyle bir durum yok. Markanı kuracağın bir alanın olmadığı gibi, yaptığın iş reyting alır mı onu da bilmiyorsun. “Bu işte var olmam bana ne katar?” Bilmiyorsun. Eskiden yaz dizisi-sezon dizisi diye bir ayrım vardı, artık o da yok. Sonuçta, gelecek planlamasıyla ilgili hiçbir fikrin yok.

Burak: Mesela kariyer lafı bana komik geliyor.

Hazal: Dünyanın her yerinde, her iş için bu geçerli olabilir. Ama burada gerçekten yaptığın son işte varsın. Ondan öncekiler sayılmıyor.

Kişisel hikâyelerinize dönelim. Tek çocuk olmak nasıl?

Hazal: Burak’la daha yeni konuştuk bunu.

Burak: Fark ettiğim bir şey oldu; tek çocuk olmanın getirdiği bir bencillik var, ne yaparsan yap. Ufakken oyuncak sadece sana alınıyor, bir şey yiyorsun sadece sen yiyorsun. Ben bir de ilk çocuk, ilk torundum.

Hazal: Ben de öyle.

Burak: İşte hep sana hep sana olunca, büyüdüğünde bütün devreler bozuluyor. Fedakâr, vicdanlı bir insanım; o konuda sıkıntı yok ama kardeş olunca paylaşımı ufakken öğreniyorsun. Paylaşımı o zaman öğrenmeyip bugüne oturtmaya çalıştığında başka bir şeye dönüşüyor. Daha korkak, daha tedirgin oluyorsun. Ben bir abi isterdim.

Hazal: Ben de bir abla/abi çok isterdim, bir büyüğün olmasını istiyorsun. Bende de tam tersi daha paylaşımcı, daha açık, yakın ilişki kurmaya çok aç oluyorsun.

Burak: Hazal’ın da öyle gelişmiş mesela, benim de: Arkadaşlarım, kardeşimdir. Kardeşi olan bir tanıdığım var mesela, hiç oralarda değil. Bense hepsi için, böbreğini ver dese veririm.

Hazal: Bizim aramızda gelişti öyle bir şey. Sinirleniyor Burak mesela, ben onu korumak istiyorum, üzülüyorum. Yağızcan bir şeye üzülüyor, üzülmesin diyorum, çok yakın arkadaş olduk bir anda onunla da. Çevrene, arkadaşlarına karşı ekstrem bir kardeşlik ve tuhaf bir aşkın, bağın oluyor. Abin ya da kardeşin varsa arkadaşlar ikinci planda kalabiliyor.

Burak: Gerek olmuyor demek; istediği diyaloğu kardeşleriyle kurmuşsa hallediyor zaten. Tek çocuk olmanın getirdiği başka şeyler var, daha net kararlar alabiliyorum, daha net girebiliyorum mevzuya.

Hazal: Ben çok yalnız hissediyorum, yalnız kalıyorsun bir şekilde. Seninle aynı evde büyümüş, seninle aynı şeyleri hisseden birinin olması daha farklı.

Biraz sinemadan bahsedelim. Bağımsız bir film çekmişsin…

Burak: Mu Tunç, işin yönetmeni, çok sevdiğim ve çok farklı bakış açılarına sahip bir arkadaşım. Büşra’yla çalıştık, çekimler iki haftada bitti. Zorlu ama çok keyifliydi.

Konusundan bahseder misin?

Burak: Punkçı bir çocuk var. Filmde tam bir tarih yok ama babasının başarılı bir solist olduğu dönemde darbe yaşanıyor ve adam, sahneden inmek zorunda kalıyor. Bu, karakteri çok etkileyen bir hadise. Dahası çocuk, yaptığı müziğin anlaşılmadığı kaygısını yaşarken ortaya bir bilet çıkıyor, bir Kaliforniya bileti. Biletin peşindeki 1 gününü anlatıyor film. Kız arkadaşıyla o gün içinde yaşadıklarını konu alıyor. Kısaca aşk, darbe, punk!

Şu an ne durumda peki?

Burak: Film bitti, festivallerle görüşülüyor. Kabul edildiği festivaller var, bakacağız. Yüzde 100 başarıya ulaştı mı dersen, film çok çok daha iyi çekilebilirdi ama çok düşük bütçeli, çok kendi aramızda bir film oldu. Yine de alçakgönüllü olamayacağım, yurtdışında izleyenler, “Türkiye’de böyle bir şey var mıydı, yapılıyor mu?” diyormuş. Filmle ilgili beni en çok mutlu eden şey, böyle bir işin içinde yer almış olmak. Sahne konusunda beni çok özgür bıraktı Mu Tunç. Bir punk konseri sahnemiz var, bunca zamandır oyunculuk yapıyorum, ilk defa kendimi kaybettiğimi anladığım bir andı o.

Başka proje var mı?

Burak: Şu an konuşulanlar var. Gişe kaygısı olmayan, nitelikli işlerde yer almak istiyorum.

Hazal: En son Kırık Kalpler Bankası vardı. İyi olacağına inandığım filmlerde oynamak istiyorum sadece. İyi senaryoyla, iyi yönetmenlerle çalışmak istiyorum.

Hazal Kaya: Çok dizi izliyorum

Vaktiniz oluyor mu bilmiyorum ama dizi izleyebiliyor musunuz?

Hazal: Dizi izlemek daha kolay tabii. Mindhunter‘ı bitirdim. The Handmaid’s Tale‘i bayılarak izledim. Big Little Lies, çok sevdiğim işlerden. O kadar çok dizi izliyorum ki.

Burak: Breaking Bad‘i yeni bitirdim. Son izlediğim dizi o.

Dönüp dönüp izlediğiniz dizi var mı?

Hazal: Six Feet Under.

Burak: Aşk-ı Memnu dermişim…

Hazal: Ben de izliyorum arada canım.

Burak: Dönüp dönüp izlediğim film var: The Godfather.

Hazal: Tabii ki Godfather, Kill Bill üçlemesi ve The Virgin Suicides. Bu arada en büyük hayalim Sofia Coppola ile çalışmak. Onunla aynı ortamda bulunduğumu düşünemiyorum. Ne yapacağımı bilemem yüksek ihtimalle, en en sevdiğim yönetmenlerden biri çünkü.

Hayatımın kitabı dediğin kitap var mı?

Hazal: Günlerin Köpüğü, Boris Vian. Kitabı kapatıp 5 saat ağladım.

Burak: Hayatımın kitabı dediğim bir şey yok.

Bir röportajında “Harry Potter”da Draco’yu sevdiğini söylemişsin.

Burak: Evet, seviyordum.

Hazal: Mesele Harry Potter olunca aramızda cıngar çıkar. Çünkü ben Ravenclawluyum, o Slytherin.

Hâlâ Draco mu?

Burak: İlkokuldaydım, çocuk kötüydü, sarışındı.

Kitaptan mı etkilendin, filmden mi?

Burak: Önce filmi izledim, sonra kitabı okudum.

Peki kitap mı, film mi?

Hazal: Kitap tabii ki.

Burak: Ama filmler de iyiydi yani.

Hazal: İlk üç kitabı o kadar iyi hatırlıyorum ki, 10 yaşında filandım herhalde. Ruh emicileri filmdekinden daha korkunç hayal etmiştim mesela.

Burak: Bence yeterince korkunçtu.

Röportaj, Episode Dergi’nin 7. sayısında yayımlanmıştır…

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post