‘True Detective’in Merakla Beklenen 5. Sezonu Geliyor: Yeni Sezon New York’ta Geçecek
‘The Brutalist’: Bauhaus Ekolünden Beslenen ve Protestan Kapitalist Ahlakını İğdiş Eden Bir Film

Brady Corbet’in son filmi The Brutalist, ödül sezonunun öne çıkan ve aldığı adaylıklarla spot ışıklarını üzerine çeken yapımlarından. Son olarak 97. Oscar Ödülleri‘nde 10 adaylık elde eden yapım, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi özgün senaryo ve en iyi sinematografi gibi önemli kategorilerde yarışacak.
İlginizi çekebilir: 2025 Oscar Ödülleri Adayları Açıklandı, ‘Emilia Perez’ 13 Adaylık Kazandı
Öte yandan The Brutalist, geçen günlerde filmdeki yapay zekâ kullanımı ile de gündeme geldi. Brady Corbet, başrol oyuncularının Macarca diyaloglarının telaffuzunu kusursuz hale getirmek için bazı sahnelerde yapay zekâ kullanıldığını açıkladı. Ayrıca Brady Corbet, filmin final sahnesindeki tasarımların canlandırılmasında da yapay zekâ kullanıldığını dile getirdi. Bu açıklamaların ardından ise filme dair tartışmalar yaşandı.
Elbette bu tartışmaların temelinde de Hollywood’da yaşanan tarihi grevlerin etkisi var. Yaklaşık 2 yıl önce WGA (Amerika Yazarlar Birliği) ve SAG-AFTRA (Amerika Oyuncular Sendikası) yapay zekâ kullanımının kısıtlanması ile igili anlaşmalara imza atmıştı. Görünen o ki bu konuyla ilgili tartışmalar da büyüyerek devam edecek.
Ancak bu konuyu değerlendirirken sinemanın da akıllı makineler ve yapay zekâ dönemine girdiğini unutmamak gerekiyor. Neticede yapay zekâ artık sadece narrasyonlara değil, endüstrilere de yön veriyor. Böylesi bir mekanik yeniden üretim çağında ise akıllara filozof ve kültür tarihçisi Walter Benjamin’in kuramları geliyor.
Algılama biçimlerini baştan sona değiştiren bu yeni estetik deneyimler, sanat alanını da tartışılmaz biçimde etkiliyor. Sanat eserlerinin farklılaşan “aura”ları ile birlikte, kültür alanları da değişiyor. O yüzden teknolojinin de sanat üzerindeki rolünü yeniden tanımlamak gerekiyor.
Buradan The Brutalist’e dönecek olursam, filmin kökeninde de vahşi bir sanayileşme vurgusu var. ABD’nin 20. yüzyıldaki açgözlü endüstrileşme sürecini mimari ile bağ kurarak anlatan The Brutalist’in ideolojik söylemi de bir döneme damga vuran Bauhaus ekolünden ve modernist hareketle bütünleşen brütalist tasarım felsefesinden hareket ediyor.
Peki, Bauhaus ekolünün ve brütalist akımın kökeninde ne yatıyor?

Geleceğin İnşası, Kendine Özgülük ve Sıradanlıktan Kaçınmak
Öncelikle filmin Adrien Brody tarafından canlandırılan baş kahramanı László Tóth, 2. Dünya Savaşı’nın olumsallığı ve hümanizmi yok eden yıkımından ötürü ABD’ye kaçmak zorunda kalan bir karakter. Bu karakterin Orta Avrupa’dan yeni dünyaya gelmesi ve Bauhaus ekolünden yetişmesi ise filme dair çok önemli bir im.

1. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya’da temelleri atılan Bauhaus Sanat ve Tasarım Okulu, endüstrileşmenin ve seri üretim fazlalığının yarattığı estetik değer yoksunluğuna karşı kurulur. Mobilyadan kentsel tasarıma, endüstriyel üretimin her alanında sanatsal kaliteyi yükseltmeyi hedefleyen bu okul, “gesamtkunstwerk” (bütünsel sanat eseri) sloganını sahiplenir.
Okulun kuruluş manifestosunda da mimar, ressam ve heykeltıraşlara zanaat öncelikli bir eğitim verileceği vurgulanır. Bu eğitim modeli kapsamındaki amaç da açıktır. Zanaat ile sanat arasındaki sınırlar kaldırılmak istenir, sanayileşmenin getirdiği nitelik bazlı sorunlara alternatif bir çözüm sunulur.
Atölyelerde malzeme kullanımı ile eserin biçimlendirilmesinde gerekli olan form, geometri ve strüktür ilişkisi öğretilir. Disiplinlerarası bir çalışma ve geleceğin inşası esastır. Estetik değerler yanı sıra işlevselliği de ön plana alan Bauhaus, endüstrileşmenin tek tipleştirmesine karşı bir tavır alır. Bu sayede de modern benlikler ve yeni çevre türleri oluşturmayı hedefler.
Brütalist tasarım ve mimari ise 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yeniden yapılanma çalışmaları ile ortaya çıkar. Fransızca “béton brut” (ham beton) ile “art brut” (ham sanat) sözcüklerinden ismini alan bu akım, komünist prensiplerle ve sosyal projelerle bağlantılıdır. Yapı konstrüksiyonunu ve yapının içerdiği tüm birimleri ortaya çıkaran brütalist stil, aynı zamanda gelenek ve nostalji karşıtıdır. Modernist hareketin bir parçası olan brütalizm, geometrik şekillerdeki tekrarları ve görkemli unsurları ile fark yaratır.
İşte, filmdeki Bauhaus bağlantısı ve brütalizm vurgusu da bu bakış açısının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

Çoktan Çürümüş Yeni Dünya ve Ontolojik Evsizlik
The Brutalist, László Tóth’un Holokost’tan kaçarak ABD’ye ulaştığı uzun bir plan ile açılıyor. Bu planda karakteri bir kaos karşılıyor ve Brady Corbet bu sekansta ABD’nin en önemli simgelerinden biri olan, özgürlük ile demokrasi ideallerini sembolize eden “Özgürlük Heykeli”ni ters çevirerek gösteriyor.
Böylelikle daha filmin başında önemli bir vurgulama yapılıyor. Adeta şeytanı sembolize eden ters çevrilmiş bir haç gibi Özgürlük Heykeli ters çevriliyor. Bu sahne ile de karakterin çeşitli zorluklarla mücadele edeceği, sınanacağı mitik bir anlatı başlıyor ve Amerikan rüyasının bir kabusa dönüşeceği ifade ediliyor. Elbette bu taviz verilmeyen karakter yolculuğunun, monomitin sonu da iki dünyanın efendisi olunacak şekilde sonuçlanıyor. Ödül, tüm eşikler geçildikten sonra veriliyor.
László Tóth’un yeni dünya ile gerçekten tanışması ise ondan önce ABD’ye yerleşen kuzeninin yanında başlıyor. Kuzeninin adı Attila ve bu isim tabii ki “Avrupa Hun İmparatorluğu”nun büyük hükümdarı Attila’yı işaret ediyor. Tarihsel olarak bakıldığında Attila, hükümdarlığı sırasında Batı’nın ve Doğu’nun en korktuğu düşmanlardan birisiydi. Avrupa’da “Tanrı’nın Kırbacı” olarak anılan Attila, yaptığı fetihler, kurduğu egemenlik ile de Cermen ve İskandinav kültürlerinde derin izler bıraktı.
Ancak László Tóth’un kuzeni Attila, ABD’ye göç ettikten sonra asimile olmayı ve hatta bu doğrultuda soyadını bile değiştirmeyi tercih etmiş bir karakter. Bir fatih olmak yerine, Amerikan rüyası için sisteme uyumlanmayı ve geçmişine sırt çevirmeyi kabul ediyor. Bu durumdan ötürü de László Tóth ile araları bozuluyor, yolları ayrılıyor.
Bir yandan László Tóth’un anlatıya daha sonra dahil olan eşinin adı da Erzsébet, yani Elizabeth. Yine tarihsel açıdan çok önemli olan bu isim İbranice kökenli. Güç, asalet ve inanç duygusu ile ilişkili olan bu isim, aynı zamanda “Tanrı yemini” anlamını taşıyor.

László Tóth’un talihi bir nebze döndükten sonra ABD’ye gelebilen Erzsébet ve yeğeni de László Tóth ile benzer aşağılanmalar yaşıyor. Erzsébet de eşi gibi oldukça eğitimli, kültürlü ama sınıfsal hor görülmelerden, yabancı düşmanlığından ve antisemitimzden nasibini alıyor. Fakat o da László Tóth gibi yeminini bozmuyor, gücün karşısında eğilmiyor. Bu durum da onları derinden bağ kurulabilen, gerçekten farklı, azılı romantikler haline getiriyor.
Bununla birlikte filmin geçtiği dönemi de iyi anlamak gerekiyor. Neticede The Brutalist, ABD’nin kapitalist ve ırkçı tarihine kapı aralıyor, burjuvazinin sömürüye dayalı zorbalığını da üretim araçları üzerinden anlatıyor. 2. Dünya Savaşı sonrasındaki sürece yayılan yapım, kapitalizmin altın çağı olarak anılan dönemde geçiyor. Bu dönemde Batı dünyası yüksek büyüme, düşük enflasyon, düşük işsizlik ve kişisel satın alım gücündeki artış ile refah seviyesinde eşi benzeri görülmemiş bir sıçrama yaşıyor.
Tabii bu dönemin başlamasında “Bretton Woods” ya da “Uluslararası Para Anlaşması”nın etkisi çok büyük. Bretton Woods ile uluslararası ödemelerde kullanılacak yeni bir sistem geliştiriliyor ve anlaşmaya katılan her ülkenin parasının değeri, dolar baz alınarak saptanmaya başlıyor. Böylece dolar, altın ile dönüştürülebilirliğini koruyan tek ulusal para olarak belirleniyor.
Fakat bu sıçramayı anlamak için Bretton Woods tek başına yeterli değil. 2. Dünya Savaşı’nın yarattığı üretim tekniklerindeki gelişim ve savaş teknolojilerinin hızla sivil ekonomiye adapte edilmesi de bu sıçramaya katkı sağlıyor. Özellikle kitle üretim tekniklerindeki yenilikler işçi başına üretkenliği ve toplam üretimi katlıyor. Ayrıca sivil havacılığın yanı sıra oto ve demir yollarındaki gelişim de maliyetleri aşağı çekiyor.
Reklamlar ve “consumerism” adı verilen uygulamalar da tüketici talebini sürekli olarak canlı tutuyor. Bireysel ihtiyaçlar, arabalar, evler, sahip olunan mallar ve statü Amerikan rüyasını temsil ediyor, meta fetişizmi mutluluk ile özdeşleştiriliyor. Tüm bunların altında ise Keynesyen ekonomi modeli yatıyor.

Tekrar filme dönecek olursam, refah düzeyindeki bu artışa rağmen masumiyet çoktan ölüyor. László Tóth’dan beklenen ise mimari yeteneği doğrultusunda burjuvaziye hizmet etmesi ve sesini çıkarmaması üzerine şekilleniyor. Bu şart ile ona ve ailesine katlanılıyor. Çünkü; Guy Pearce’in canlandırdığı Harrison Lee Van Buren, sistemin yasallaştırdığı protestan bir kapitalist olarak gücü ve kırbacı elinde tutuyor. Kötücül, narsist, ırkçı ve insanları sömüren doğasına rağmen hoş görülüyor. İşte; The Brutalist, László Tóth ile Van Buren arasındaki bu sınıfsal nefreti ve mücadeleyi de derinden kazıyor.
Bu kendini var etme ve ispatlama mücadelesi de hem László Tóth’un hem de eşi Erzsébet’in ruhunda kapanmayacak yaralara neden oluyor. Dünya görüşleri, inançları ve prensipleri ontolojik bir evsizliğe yol açıyor. Aidiyet ve kimlik sorunları ile de baş etmek zorunda kalıyorlar, giderek yabancılaşıyorlar. Açıkçası The Brutalist bu ontolojik evsizlik hissini de çok doğru bir yerden temellendiriyor. Brady Corbet’in filmin çözüm kısmında ABD burjuvazisi ile yüzleşmesi de epik anlamlar taşıyor. Bu öyle bir yüzleşme ki tecavüzcü vurgulaması bile var.
Ayrıca film 215 dakikalık uzun süresini de hissettirmiyor, tempo sorunları yaşamıyor. Bunun da bir yönetmenlik ve kurgu başarısı olduğunun altını çizmeliyim. Bilhassa Brady Corbet’in oyuncu yönetimi de muazzam. Adrien Brody, Felicity Jones ve Guy Pearce’ın performansları gerçekten göz dolduruyor.