Başrollerinde Ayça Ayşin Turan ve Furkan Andıç’ın Yer Aldığı ’39 Derecede Aşk’ın Fragmanı Yayınlandı
Beforeigners: Zaman Göçmenleri
Koray Kaplıca’nın bu Beforeigners incelemesi, Episode’un 22. sayısında yayımlanmıştır.
Geçmiş dönemlerde yaşayan insanların her gün günümüze ışınlandığı bir dünya düşünün. Taş devrinde, ortaçağ’da ve 19. yüzyılda günlük hayatlarını sürdürürken aniden 2000’li yıllarda metropollerin kucağına düşen insanlar. Bu insanlar zaman göçmenleri. Ama sonucu itibarıyla aşina olduğumuz göçmenlerden çok da ayrışmayan koşullarda yaşıyorlar.
Beforeigners her gün onlarca zaman göçmeninin sahil güvenlik birimleri tarafından kurtarıldığı ve toplumda yaşam savaşı verdiği Norveç’te geçiyor. Hikâyeyi takip etmeye başladığımızda tanıdık temalar çağrışım yapıyor. 2009 yapımı District 9 bir apartheid anlatısını Güney Afrika’da bir kampta kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakılan uzaylılar üzerinden yapmıştı. Farklı bir okumayla da göçmenlik düzlemini dünya dışı mekânlara çekerek çok tanıdık bir soruna bilimkurgu tonu eklemişti. Beforeigners da Batı Avrupa ülkelerinde siyasetin ana yarıklarından biri haline gelen göçmenlik ve entegrasyon konularını başka zamanlardan gelen göçmenler üzerinden yeniden ele alıyor.
Dizinin ana planında ise klasik diyebileceğimiz, geçinemeyen iki dedektif üzerinden gelişen bir polisiye hikâyesi izliyoruz. Nicolas Cleve Broch’un canlandırdığı Lars Haaland, eşinden boşanmış ve zaman göçmenlerinin kaçakçılığını yaptığı bir uyuşturucu maddeye bağımlı hale gelmiş bir dedektif. Diğer ana karakterimiz ise Alfhildr Enginnsdóttir. Krista Kosonen tarafından canlandırılan bu karakter ise polis teşkilatının ilk çok zamanlı geçmişe sahip dedektifi olarak parlatılan bir zaman göçmeni. Bir zaman göçmeninin cinayete kurban gitmesiyle başlatılan soruşturmaya Lars ve Alfhildr’in birlikte atanmasıyla dramatik çatışması bol, yer yer de komedi unsurunu izleyeceğimiz olay örgüsü başlıyor.
Beforeigners zaman göçmenlerinin yaşadığı zorluklarla ve otoritenin onları topluma entegrasyon çabalarıyla bu sorunun cevabına yönelik güzel bir beyin jimnastiği fırsatı veriyor bize
Beforeigners’ta takip edilen polisiye izleğiyle ilgili olarak söylenecek pek bir şey yok. Daha iyi olay örgülerinin kurulduğu örnekler oldukça fazla. Fakat dizinin arka planını oluşturan zaman göçmenleri meselesi ve onun ana hikâyeye ve arka plana işlenişi, dizi üzerinde biraz daha düşünecek malzemeler sağlıyor. Dizide zaman, mekân ile yer değiştirmiş durumda. Farklı mekânlardan gelen “ötekiler” yerini aynı mekân fakat farklı zamanlardan gelen “ötekilere” bırakmış.
Dizide göçmenlik ve entegrasyon sorunlarına dair çok tanıdık imgeler görüyoruz ki bu bize zaman ve mekân ayrışmasının farklı olmadığıyla ilgili çok da verili kabul edemediğimiz ipuçları veriyor. Bir an, zamansal ayrışmayı bir bilimkurgu öğesi olarak görmeyi bırakıp gerçeklik olarak ele alalım. Burada vurgulamak istediğim, teknolojik ilerleyişin fantezilerinde zaman makinesiyle geçmişten buraya gelenler veya gidenler olduğunda dünyanın nasıl bir yer olacağı değil. Zamanın giderek hızlı aktığı günümüzde yüz yıl sonraki gelecek bağlamının bize uygulayacağı şiddet ile 21. yüzyıla bir anda ışınlanan bir Viking’e uygulayacağı şiddet pekâlâ karşılaştırılabilir durumda.
Hepimiz gelecekte bir zaman göçmeni olacağız. Toplumda yaşamak için uyum sağlamak durumunda olduğumuz zamanın hızı Dünya’nın Güneş etrafındaki bir turunu fersah fersah geçmiş durumda. Buradaki asıl soru ise felsefenin kadim bir sorusu aslında: Birlikte yaşayabilecek miyiz? Mekânsal ve zamansal birlikteliğe yatırım yapılarak oluşan toplumlar, zamansal kırılmanın bu denli yoğunlaştığı bir gelecekte ayakta kalabilecekler mi? Beforeigners zaman göçmenlerinin yaşadığı zorluklarla ve otoritenin onları topluma entegrasyon çabalarıyla bu sorunun cevabına yönelik güzel bir beyin jimnastiği fırsatı veriyor bize.
Toplumlarda Mekân / Zaman Ortaklığı
Toplumların mekân ve zaman ortaklığına yatırım yapması ne demek diye çok haklı bir soru çıkabilir karşımıza. Zira mekân ve zaman, pozitif bilimlerin en temel kavramlarından. Uzay-zaman düzleminde benzer konumları paylaşan insanların pekâlâ bir toplum oluşturması beklenebilir. Fakat burada insan türüne (bazı hayvanlarda da olduğunda dair araştırmalar var) dair önemli bir değişken olarak zaman ve mekânın insan aklında kurulması süreci gündeme geliyor. Zaman ve mekâna dair ortaklığın insan aklında inşa edilmesi gayet objektif imlemeleri olan iki kavramı subjektif hale getirdiği gibi uzay-zaman düzlemini de aşan bağlar oluşturuyor.
İnsan, doğuşta en fazla yardıma muhtaç türlerden biri. Bu nedenle sosyal ilişkilerde bulunma zorunluluğu insan türü için en hayati gerçeklik. Beslenmeden güvenliğe uzanan ihtiyaç skalası farklı ölçekte topluluklarla karşılanmış. İnsanlar aynı mekânı paylaşan ve hayatta kalma mücadelesi için fonksiyonel birliktelikler geliştiren gruplarda hayatlarını sürdürdüler. Fakat bu fonksiyonel birliktelikler insanların türlü badireler atlatıp türünün devamını sağlayan tek neden değil. Tarihçi Yuval Noah Harari, Homo sapiens türünün somut olmayan şeyler üzerine düşünebilme kapasitesini onu diğer insan türlerinden öne attığını iddia ediyor.
Türümüzün soyut kavramlar etrafındaki mobilizasyon becerisi tarihte ölümden sonraki hayat inancıyla yapılan devasa yapıları hatırladığımızda çok da yabana atılır bir avantaj değil. Üstelik bu avantajın inanç sistemlerinin gücünü kaybetmeye başladığı modern dönemlerde milliyetçilik, demokrasi ve ideolojiler gibi çeşitli açılardan seküler dinler olarak tanımlanabilecek kavramlarla devam etmiş olması da bu argümanı güçlendiriyor. Dizinin hikâyesinde de Vikingler döneminden gelen zaman göçmenlerinin Hıristiyanlık ve paganlık ikiliği üzerinden nasıl mobilize oldukları ve modern dönemde bu idealler uğruna savaşa nasıl hazırlandıkları da aktarılmış. Modern çağda demokrasi getirme gerekçesiyle yapılan savaşlarla paralellik çok da radikal bir yorum değil aslında.
Kültürel üretimler “biz”in şimdide kurgulandığı mecralar olarak öne çıkar. Zorunlu eğitimin yaygınlaşmasıyla ise toplumun üyelerine zamansal bir bütünlük zerk edilir
Mekânsal ortaklığın en görünür olduğu toplulukların siyaset sahnesindeki yansıması, şehir devletleriyle oldu. Kentler fonksiyonel birlikteliklerin yanında ortak mitler etrafında da kaynaşmanın ve şimdiki anlamda “vatandaşlık” kavramının oluşmasında önemli bir geçiş süreci fakat kaynak çekme konusunda sınırlı kapasiteye sahip şehir devletleri tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldı. 17. yüzyıldan itibaren ulus devlet modeli Avrupa’dan başlayarak dünyaya kendini rol model olarak kabul ettirdi.
Topluluk oluşturmak için zaman ve mekâna yapılan yatırım da ulus devletin kendi toplumunu yaratmak için uyguladığı başat stratejilerden biriydi. Ulus devletlerin sakinleri mekânsal olarak ayrışık topluluklarda yaşıyorlardı fakat Benedict Anderson’un yerinde tabiriyle “tahayyül edilmiş bir cemaatin” üyesi olarak kabul ediyorlardı kendilerini. Paris’te yaşayan bir entelektüel ile İspanya sınırında yaşayan bir köylünün kendini Fransız milletine mensup kabul etmesi kolay olmayan ama başarılı bir sürecin sonucuydu. Uluslararası platformda karşılığı olan belirlenmiş sınırlarda inşa edilen “ortaklıklar” ulus devlet gerçekliğinde toplumu oluşturdu. Aydınlanma çağının bir ürünü olan ulusçuluk, sınırlı tanımlanmış bir topluluğun mekânı aşan bağlar kurarak kendini egemen bir cemaatin üyesi kabul etmesiydi. Ulusun vatandaşları, hayatlarında hiç tanışmadıkları ve fonksiyonel bir ilişki içinde olmadıkları bireylerle aynı ulusa üyelik üzerinden bağlantı kuruyorlardı. Ulus içindeki her türlü eşitsizlik aynı ulusa aidiyet üzerinden görünmez hale geliyordu. Ulus oluşturmak sınırları belirlenmiş olsa da birbiriyle her anlamda ilgisiz mekânları birleştiren bağlar kurmayı ve bu sınırlı bölgede zamanı ortaklaştırmayı gerektiriyordu.
Bu ortaklıkların inşa edildiği ulus yapım süreçlerinde şimdiye ve geçmişe yönelik ortak bir zaman tahayyülü oluşturmak öncelikliydi. Akıllı telefonlarımızdan, geçen zamanın her saniyesini takip edebildiğimiz bir dünyada zamanın siyasi bir mesele olduğu iddiası biraz fazla gelebilir. Fakat 17. yüzyıl öncesinde zaman algısı oldukça durağandı. Bu dönemde geçmiş, şimdi ve gelecek bir arada yaşanıyor gibiydi. Avrupa’da yaşayan bir köylünün gözünde İsa’nın göğe yükselişi dün gerçekleşmişti ve ikinci gelişi her an olabilirdi. Tarih denen şey oldukça görsel şekilde kilise duvarlarında asılan resimlerdi ve tarihle kurulan bağ bir neden-sonuç ilişkisi üzerinden işlemiyordu. Zamanın bu durağanlığı bireyin yaşamına etki eden değişimin azlığında da etkiliydi.
Ortaçağdaki teknolojik gelişmeler tarımda olan ve yayılması çok uzun süre alan değişimlerdi. Bu nedenle yeni çağda bir köylünün yaşamı Batı Roma’nın dağılmasından bu yana çok da fazla değişmemişti. Fakat 17. ve 18. yüzyılda artan değişim hızı 19. yüzyılda doruğuna ulaştı. Teknolojik gelişme ve kentleşme zamanın artan hızının önemli göstergeleri oldular. Bu süreçte toplumun zamansal ortaklığa yatırımı ise kültürel boyutta oldu. Anderson, roman ve gazetelerin Avrupa’da artan okuryazarlıkla birleşerek ulus yapım sürecinde önemli rol oynadığını anlatır. Kültürel üretimler “biz”in şimdide kurgulandığı mecralar olarak öne çıkar. Zorunlu eğitimin yaygınlaşmasıyla ise toplumun üyelerine zamansal bir bütünlük zerk edilir. Ulus devletin vatandaşları insanlık tarihinin geniş düzleminde spesifik bir zamansal sürekliliği sahiplenir.
Kral II. Olaf vs. Tore Hund
Zaman göçmenlerinin bir anda kendilerini buldukları Norveç’te de zaman göçmenleri üzerinden ulusun inşa edilen tarihsel kökenleri tekrar ziyaret edilir. 1030 yılındaki Stiklestad Savaşı, Norveç tarihinin en önemli savaşlarından biridir. Daha sonra Vatikan tarafından aziz ilan edilecek ve Norveç’te Hıristiyanlığın kurumsallaşmasında tartışılmaz yeri olan Kral II. Olaf, köylü ordusu komutanlarından Tore Hund tarafından bu savaşta öldürüldü. Norveç’in Hıristiyanlaşmasına karşı paganların mücadelesinin simgesi olan Stiklestad Savaşı dizide de başkarakterlerimiz Alfhildr ve Urd’un Tore Hund ile ilişkisi üzerinden ele alınıyor.
Zaman göçmenleri arasında bulunan Hıristiyan Vikingler, kral katili ve din düşmanı olarak gördükleri Tore Hund’u öldürmek için fırsat kolluyorlar. Fakat ilginçtir ki Tore Hund’a saldırı düzenleyen bir zaman göçmeni değil de dindar bir Norveçli Hıristiyan oluyor. Arada 900 yıllık fark olmasına rağmen o dönemde yaşamış gibi bir öfkeyle yapıyor bu saldırıyı. II. Olaf’ın Hıristiyan Norveç’iyle kurduğu zamansal süreklilik algısı ona hiç tanımadığı ve görmediği birini öldürmeyi isteyecek kadar motivasyon yüklüyor. II. Olaf, Norveç milliyetçiliğinin dinsel tonlarını görünür kılan önemli bir simge ama modern Norveç ulusunun Hıristiyanlık öncesi pagan dönemine de kanallar kuran bir vurgusu daha var. Özgürlüğüne düşkün Norveç köylüleri modern dönemde seküler Norveç milliyetçiliğinin oluşumuna katkıda bulunan bir imge. Tore Hund da bir bakıma II. Olaf’ın karşıt ama tamamlayıcı simgesi. Fakat bu iki akım da modern bir Norveçlinin zamanı aşan kozmik bir birliktelik kurmasını sağlıyor.
Afrika ve Asya’dan Oslo’ya gelen göçmenler bu birliktelik, bir başka deyişle söylemde inşa edilen “Norveçlilik” üzerinden içerme/dışlama dinamiğine tabi oluyorlar. Norveç ekonomisine dahil oldukları fonksiyonel ilişkinin yanında Oslo sokaklarında yürürken, markette alışveriş yaparken nasıl davranacaklarına ve hatta siyasi düzlemde ne düşünmeleri gerektiğine kadar nüfuz eden bir topluma entegrasyon çabası bu. Bu izlekte Beforeigners ilginç bir sürpriz sunuyor bize. “Gerçek” Norveçliliklerinden şüphe duymayacağımız Vikingler de bu entegrasyon sürecine girmek durumunda. Biz/onlar ikiliği yaratmak için Norveç ulusunun tarihini bir araç olarak kullanmakta beis görmeyen aşırı sağcılar Oslo’da gezen Vikinglere, “Evinize gidin!” diyorlar. Peki, Norveç kimin “evi”? Orada bulunma meşruiyetini geçmiş üzerinden sağlamaya çalışanların bizatihi geçmişle giriştikleri çok tuhaf bir mücadele bu. Fakat bu mücadelenin işaret ettiği bir şey varsa o da “şimdi”nin baskın taraf olduğu.
Kronomerkezcilik ve Düşündürdükleri
Bu bağlamda kısaca Kronomerkezcilik kavramından bahsetmek gerekiyor. Özellikle göç konusunda önemli tartışma noktaları oluşturan iki kavram, Etnik merkezcilik ve Avrupa merkezcilik. Bu kavramlar belli referans çerçevelerinin üstün olduğunu kabul eden kanıları tanımlıyor. Oslo’ya farklı mekânlardan gelen göçmenleri Norveç toplumuna entegrasyon çabasının temelindeki kültürel tonlar bu kavramlarla nitelendirilebilir.
Avrupa merkezci bakış açısı özellikle Batı Avrupa özelinde gelişen medeniyetin Batı coğrafyası dışında gelişen medeniyetlere göre daha “ileri” olduğu ve kabul edilebilir bir referans çerçevesi sunduğunu savunan bir dünya görüşü. Kronomerkezcilik ise belli bir zaman dilimini en uygun referans çerçevesi olarak savunuyor. Bu zaman dilimi genel olarak şimdi üzerinden tanımlanıyor.
Beforeigners bilimkurgu sosuyla büyük kentlerde göçmenlerin yaşam koşullarını bize tekrar hatırlatmış olabilir ama üstünde durduğu zaman kavramı, birlikte yaşayabilecek miyiz sorusuna yerinde bir boyut ekliyor.
Beforeigners’ta zaman göçmenleri “şimdi”nin her alandaki en ileri değerlerinin aşılanmaya çalışıldığı bir entegrasyon politikasına tabi oluyorlar. Aydınlanma ve akıl çağıyla verili hale gelen ilerlemeci dünya görüşü de bu politikaya genel bir meşruiyet çerçevesi sağlıyor. Eşcinsel evlilikleri kabullenmekte zorlanan Viking bir grubu görüyoruz dizinin bir sahnesinde. Afhildr’in ilk çokzamanlı dedektif olarak bürokratik süreçle mücadelesine tanık oluyoruz çok kere. “Şimdi”nin kutsandığı kronomerkezci bakış ilk değerlendirmede durduğumuz yer itibarıyla olması gereken olarak görülebilir fakat tarihi doğrusal bir çizgi olarak algılama, geçmişi bütünsel bir şekilde yanlış değerlendirmeye götüren kapıları da açar.
Teknolojik ilerleme zamanın doğrusal bir çizgiyle gelişmeye doğru gittiği sanrısını en görünür kılan süreç fakat niceliksel olmayan değerlendirme kriterlerinde hangi zaman diliminin daha iyi veya kötü olduğu bağlamsal ve siyasi bir tercih. Cinsiyet kimliği nedeniyle modern devletlerin standardizasyona dayalı yönetim aklına uymayan insanların pagan dönemlerinde el üzerinde tutulduğu toplulukların olması güzel bir örnek buna. Tarih, oldukça karmaşık bir süreç ve bir referans noktasını sahiplenebileceğimiz sabitler de sunmuyor bize.
Kısa vadede binlerce yıl önceden ışınlanan misafirleri toplumlarımızda görmeyebiliriz fakat giderek kısalan kuşak sürelerinden toplum içindeki zaman ayrışmasının büyüdüğü çıkarımını yapabiliriz. Her kuşak bir öncekinden oldukça farklı bir dünyada yaşıyor. Günlük hayat ve sosyalizasyon pratikleri farklılaşıyor. Modern devletin ulus yapım sürecinde toplumdaki etnik, kültür ve dinsel farklılıklar “biz” algısını her gün kurmak için üstesinden gelinmesi gereken zorluklardı. Yakın gelecekte bu farklılıklara yaş faktörünün de eklenmesi olası. Bu senaryoda da kronomerkezcilik gittikçe daha fazla duyulan bir kavram haline gelecektir. Beforeigners bilimkurgu sosuyla büyük kentlerde göçmenlerin yaşam koşullarını bize tekrar hatırlatmış olabilir ama üstünde durduğu zaman kavramı, birlikte yaşayabilecek miyiz sorusuna yerinde bir boyut ekliyor.