“Bizimkiler”den “Kurtlar Vadisi”ne: Televizyonun Tuhaf Tarihi I Ceren Şehirlioğlu

 “Bizimkiler”den “Kurtlar Vadisi”ne: Televizyonun Tuhaf Tarihi I Ceren Şehirlioğlu

[highlight]Üzerinde en değerli dantellerle taçlandırılan tüplü televizyonlar, İstiklal Marşı’yla açılıp kapandığı günden bu yana göz kamaştırıcı bir evrim geçirdi. O bizim ciğerimizi bildi, ruhumuzu okudu, en kötü yanlarımızı törpüledi, iyileri okşadı, iştahımızı kabarttı. Bize hayatın her alanını dikte ettiği günlerden keyfimizin her biçimine hizmet ettiği günlerine vardı. Ömrümüzün, kişisel tarihimizin en anlamlı tanığı, içinde kıymetli bir hikâye saklıyor…[/highlight]

Ben küçükken evde kırmızı top gibi minicik siyah beyaz bir televizyonumuz vardı. Bütün gün Kenan Evren’in konuştuğu, ara sıra Dallas, Cenk Koray ve Bay Meraklı’nın göründüğü bir dünya akıyordu içinden. İlk renkli televizyonun eve girişini pırıl pırıl bir netlikle hatırlıyorum. Kocaman kutu ıhlaya tıslaya dördüncü kata çıktığında, heyecanla salona götürmeyi beklemeyip kapı eşiğinde açmıştık.

O zamanlar küçük bir kasetçalarım vardı. İçinde Ülkü Tamer’in seslendirdiği Küçük Prens‘in masal kaseti, Barış Manço ve Modern Talking dönüp duruyordu.

Masal dinlemek için telefonla 166’yı arayıp Adile Naşit’i de dinlediğim oluyordu. Yeni renkli televizyonla birlikte Adile Naşit’in tüm dünyanın en sempatik, en tonton haliyle capcanlı karşıma çıkması, “kuzucuklarım” diye beni yatağa yollamasına beynim patlamıştı. Aynı zamanda Barış Manço ve Modern Talking’i de ekranda görünce koca kutuyu saçlarım ekranın statiğinde elektriklenene kadar kucaklamak istedim. (Sonra Micheal Jackson fandom dönemimde Dirty Diana klibinde tişörtünü yırtıp attığı sahnede televizyona gerçekten tüm benliğimle ve aşkla sarıldım.)

70’lerin sadece hafta içi akşam ve hafta sonu tüm gün yayın yapan zamanında, 80’lerde tüm güne oturan kuşakta, 90’larda çok kanallı hayatta hep TV bize ne istediğimizi söyledi. Gündelik yaşamımızı o dikte etti. Bizim ona istediklerimizi emrettiğimiz, hep yeni bir şeyler talep ettiğimiz, onu gönlümüzün keyfine göre dönüştürdüğümüz ve hep hızlıca uyum sağlamasını beklediğimiz haline gelmemiz epey uzun sürdü.

80’lerde TV yayını didaktik bir şeydi. İstiklal Marşı’yla, hazırolda duran askerlerle açılıp kapanıyor, ne zaman yatıp kalkacağımızı söylüyordu. “Televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” diye uyarıyordu hatta. “Sana ne be, kapatırım kapatmam!” demiyorduk hiçbirimiz.

Herkes Küçük Ev, Tatlı Cadı, Komiser Kolombo ve Dallas izliyordu. Bütün bir ülke aynı Amerikan tadına hâkimdi. Teksaslı petrol zenginlerinden Kaliforniyalı dedektiflere, banliyölerin domestik ev kadınlarından Birleşik Devletler’in uçsuz bucaksız kırsallarına aklımızda detaylı bir harita çizilmişti.

Modern fantezilere giden yol

Dolar acayip önemli bir şeydi. İmar Bankası’nın dolara yüzde 12 faiz verdiği reklamı bir gün içinde onlarca kez dönüp duruyor, Amerikan mutfaklarında vitaminli margarinlerle tavuk butları pişiren kadınlar kocalarını mutlu ediyordu. Six de Savoie peynirlerin karidesli ve mantarlı çeşitleri vardı. La vache qui rit’nin mutlu inekleri, Hollanda çayırlarında dolanıyordu. Phillips televizyon alırsanız yalnızlığınıza çare bulurdunuz çünkü dünyada 100 milyon Phillips televizyonlu insan vardı. Mintax, Dixi, Ajax reklamları, 60’ların Amerikalı domestik tanrıçalarını andıran habire fayans ovan güzel kadınları; Shell, Lassa, Pirelli, BP reklamları yarış arabalarıyla hız yapan aksiyon kahramanlarını idolleştiriyordu. Ama nedense Blaupunkt reklamında folklorik kıyafetleriyle çayda çıra oynayan bıyıklı amca, yemenili abla televizyonun rengârenk dünyasına davet ederken yerel kalmayı tercih etmişti.

Batıdan akıp duran çamaşır makineleri, buzdolapları, pembe diziler, pop şarkıları, aerobik videoları, disko saçları, erotik gazoz reklamları yerleşmiş alışkanlıklara bir türlü tam oturmuyordu. Kültürel uyuşmazlığın yarattığı sakillik sınıf ayrışmasının vitrini oldu. Golf oynamayı, karides kokteyl yemeyi, Ayşegül kitaplarındaki gibi gemi seyahatlerine gitmeyi içselleştirebilenler, dantelli televizyonların dikte ettiği hayata uyum sağlamayanların tepesine bindi.

Dev bir kültürel boşluk içinde savrulurken TRT, yeni kentlilere nasıl eğleneceklerini, nasıl davranacaklarını, kendi adabımuaşereti ve etik anlayışını öğreten bir referans kaynağı oldu. Gündelik hayatta sahici olanı değil, olması gerekeni, olduğu varsayılanı inşaya çabaladı.
Tüplü televizyonlar, salondaki en değerli yerlerinde her gün tozu alınarak hüküm sürdü. Nereye ne şekilde oturulacağı, yemek masasının televizyonu görecek şekilde ayarlanması, baba koltuklarının en iyi seyir açısına sahip olması ve tüm düzen ona göre biçimlendi.
Oysa diğer yandan ilkokullar Yerli Malı Haftası’nı kutluyor, TRT’de yasaklı Orhan Gencebay bambaşka bir telden çalıyordu.
Bizim modernleşmeyle kodlarımız tamamen farklıydı. Aspen’de kayağa gitmiyorduk, Hollanda peynirleriyle fondü yapmıyorduk, yarış arabaları sürmek ve şömine başında şarap içmek gibi alışkanlıklarımız yoktu.

Erotizm ve mahrem algımız bile bambaşkaydı. Yedigün reklamında şişenin üzerinden pornografik bir eriyişle akan buz parçaları, rujlu dudaklarıyla gazozu ter içinde emen kız, havuz kenarına yayılan bikinili modeller yaz tatili hülyasını bile değiştirdi.

Bir komedi unsuru olarak “uyanık”

Belli ki böyle erotik, lüks, modern fantezilere sahip olmanın yolu köşeyi dönmekten geçiyordu. Bankerlerin zavallı insanların iliğini sömürdüğü, memurların işini bilmesi gerektiğinin ima edildiği devirde, uyanıklık geçer akçeydi. Ve hemen hemen tüm komedi aksı da bu uyanık, vurdumduymaz karakterlerin üzerinden geçiyordu.

Televizyon tarihimizin ilk dizilerinden Kaynanalar‘ın efsanevi kahramanı Nuri (Nööri) Kantar, uyanıklığıyla ve çarıklarıyla patronluğa ulaşmıştı. Nöriye Kantar bu uyanıklığın ganimetlerini tüketmekten hiç çekinmez. Yeni şeylerin (vatkalar, elektrikli süpürgeler, kasetçalarlar, topuklu ayakkabılar, parfümler, zigon sehpalar ve hatta bir bölümde dev bir lastik) cazibesinin ele geçirdiği rüküşlüğün en nefis örneğidir.

Cenk Koray’ın Tele Kutu‘su da izleyenlerine şeylerin güzelliğini vaat eder. Kutudan son model bir fırın çıkma ihtimali, tüm stüdyoyu coşkuya boğar ama mesela 22 parçalı bir tencere seti ve yanına saç kurutma makinesine de hayır demeyenler çıkar. Stüdyonun arkasının göz kamaştırıcı bir eşyalar cenneti olduğu, gıcır gıcır arabaların, dev buzdolaplarının, rengârenk halıların ve gümüş çatal bıçakların üst üste bindiği bir fantezi dünyası hayalimizde canlanır.

Sonrasında Cenk Koray’ın yerini Çarkıfelek‘le Mehmet Ali Erbil aldığından bu eşya fetişi iyice çiğ bir hal almış, hatta harfleri çeviren mankenlerin bile Erbil’in tavrı sayesinde eşyalar dünyasına dahil objeler olduğu hissi bilinçaltımıza işlenmişti.

Bu bir erotik devrim mi?

90’lı yıllarda, 80’lerden gelen açılma arzusunun, yırtmak için yanıp tutuşan bir ergeninin isyanı gibi patladığını gördük. Tutti Frutti‘lerle, gece jimnastiğiyle, kırmızı noktalı filmlerle, Emmanuelle‘le tanışan kuşak, cinsel özgürleşmenin teşvik edildiği bir dünyayla baskı dolu bir toplumun gerçekleri arasında bocalıyordu bu kez.

Dansözlü eğlenceler, gazinolar, süpermodeller, güzellik yarışmaları, Saklambaç gibi flört programları, yarışmacılara balya balya paraların dağıtıldığı stüdyolar, kanlı kanlı canlandırmaların haberin yerini aldığı bültenler, 900’lü hatlar, dev transfer ücretleriyle taşkınlığın kitabı yazılıyordu. Ama bir yandan da ekran hiç olmadığı kadar özgürdü. TRT’nin zincirlerini kırmanın getirdiği coşkuyla kopuk bir karnaval yaşanıyordu.

Yayıncılar erotik isyanının tadını çıkarsa da ekranda orta yaşlı kadınların, ortadirek ailelerin, sıradan gündelik hayatların hükmü sürüyordu. Hiçbir şey bugün olduğu kadar destansı, melodramatik, ağdalı ve süslü değildi. Ferhunde Hanımlar, Bizimkiler, Perihan Abla ve sonrasında yine Perran Kutman’lı Şehnaz Tango, apartman dairelerindeki epey tekdüze hayatları konu alıyordu. Konakların fantezi âlemine hepten ruhumuzu kaptırmamız çok daha sonra oldu.

Mahalle önemli bir kerteriz noktasıydı. Popüler kültürün sınırlarını belirlediği, gerçek hayatta pek de karşılığı olmayan bir dayanışma ruhu çiziliyordu orada. Tonton bakkal amcalar, hep yardımına koşulan dul Leman’lar, komşudan komşuya seyahat eden tepsi tepsi börekler, açıkgöz olmasına rağmen kalbi temiz kasaplar ve geleneksel sevgi dolu çekirdek ailelerden oluşan bir masal dünyası kodlanmıştı. Arnavutkaldırımlı sokakların görüp görebileceği en kötü şey çocukların top oynarken cam kırması olabilirdi.

Bizimkiler gibi diziler de bu dayanışma ruhunu apartman katları arası örüyordu. Cemil gibi çıkıntı karakterler bile alkoliklikleriyle yerilmiyor, birbirine kenetlenmiş bu ailenin asla sokağa çıkarmayıp içinde sakladığı bir sır gibi korunuyordu.

İçe kapanma çağı

Bugünse 90’lardaki açılmanın antiteziyle meşgulüz. Müthiş bir içe kapanma, ruh dünyasına sığınma, gerçeklerden kopma çağı yaşıyoruz. Televizyon dünyası hiç böyle dram görmedi. Ekranda orta yaşlı, güçlü kadınların yerini ebedi gençliği fetişize eden güzel kızlar aldı. Ama bu gençliğe övgü asla umut dolu, neşeli bir hissi yanında getirmedi. Tam tersi çok oryantal, arabesk, baskıcı bir dünyanın ortasında kurgulandı. Kadınlar dizilerde dev hapishaneleri andıran yüksek duvarlı, çelik parmaklıklı konakların, çiftliklerin, villaların içine hapsoldu. Erkekler gittikçe hoyratlaştı. Deli Yürek, Kurtlar Vadisi gibi diziler romantik jönün çehresini tamamen değiştirdi. At hırsızı kılıklı adamlar cazibe normlarına el koydu. Muhafazakârlaşan ülkenin her yerinden sızan mizojinizm hikâye anlatımında kartelleşti.

90’larda hâkim olan özgürlük hissinin yerini korkaklık, sansür, paranoya aldı. RTÜK zaman zaman cellada, çoğunlukla ahlakçılık kodlarını koruyan bir gardiyana dönüştü. Ruhani meseleler kendi hidayet ticaretini yarattı. İlahiyatçılar, din adamları programların aranan konuklarına dönüştü. Nihat Hatipoğlu gibi yıldızlar doğdu.

Tüm bu bastırılmış, sindirilmişliğe rağmen artık izleyicinin talebiyle şekillenen, propaganda ve diktenin tutmadığı, kamu spotu yayıncılığının çok bayık bir şey olarak tarihe karıştığı bir dönemdeyiz.

Netflix’in, YouTube’un, dünyadaki yaratıcı işlerle hızlı iletişimin hepimizi daha akıllı yaptığı açık. Teknik olarak çok daha iyi şeyler görmek istiyor, zekâmıza uygun hikâyeler talep ediyoruz. Her şeye rağmen iyi şeyler yapmaya çalışan birçok yönetmen, senarist, yapımcı tek bir mecrada sıkışıp kalmayacakları daha bağımsız günlerin arifesinde. Yani bugünlerin de daha parlak antitezi yakın.

Türkiye’de televizyonun tarihi hâlâ genç. Hâlâ yaşken eğilme treni kaçmadı. Üstelik batıda altın çağını yaşayan bu büyülü kutu, her yeni şeyi anında tüketme iştahıyla, bilme, deneme merakıyla yanıp tutuşan Türkiyelilere iyi gelecek. Sonraki 50 yılda kendi altın çağımızı konuşacağız…

Bu yazı, Episode Dergi’nin 8. sayısında yayımlanmıştır…

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir