“Dark”: Özgür İrade İllüzyonu ve Determinizmin Zaferi | Koray Kaplıca

 “Dark”: Özgür İrade İllüzyonu ve Determinizmin Zaferi | Koray Kaplıca

Netflix’in ilk Almanca orijinal serisi olan Dark ilk sezonuyla 2017’de yayınlandı. Kurgusal bir kasaba olan Winden’de çocukların kaybolmasıyla başlayan ve zaman yolculuğu temasıyla katman katman açılarak 1921’den 2053’e 132 yıllık zaman dilimine yayılan Dark, Jantje Friese ve Baran bo Odar tarafından yaratıldı. İlk sezonuyla dikkatleri üzerine çekmişti, 2019’da çıkan ikinci sezonuyla ise beğenilerin tesadüf olmadığını gösterdi.

Marty McFly ve DeLorean’lı Geleceğe Dönüş üçlemesi 1985’te yayınlanan serinin ilk bölümüyle dünya çapında 389 milyon dolar hasılat yaparak zamanda yolculuk temasının gişede oldukça pazarlanabilir bir fikir olduğunu kanıtlamıştı. Fakat bu temanın popülerliği Geleceğe Dönüş ile başlamadı. Geleceğe Dönüş’ten tam 90 yıl önce H.G. Wells tarafından kaleme alınan ve 1960, 1978 ve 2002’de sinemaya da uyarlanan Zaman Makinesi zamanda yolculuk fikrini bilimkurgunun rağbet gören konuları arasına sokan ilk yapıttı.

Bu türün beyazperdedeki ilk örneklerinden olan 1918 yapımı The Ghost of Slumber Mountain başkarakter Jack’in rüyasında geçmişi gösteren bir araçla dinozorlar zamanına bir bakış atmasını konu almaktaydı. Görsel efektleriyle kendi zamanında önemli bir etki de bırakan film, Kral Arthur, Antik Roma, 9. Yüzyıl Bağdat, 18. Yüzyıl İngiltere’si gibi çekici zaman dilimlerine yolculuk yapan başkarakterlerin maceralarını konu alan birçok yapıta da önayak oldu.

Savaş sonrası dönemde ise zamanda yolculuk ve kıyamet sonrası gelecek temalarının beraber ele alındığı bir akım görünür olmaya başladı. Bu akımın en başarılı iki örneği 1960 yapımı Wells uyarlaması Time Machine ve 1962 yapımı Fransız Yeni Dalga’nın önde gelen simalarından Chris Marker imzalı La Jetée. La Jetée üçüncü dünya savaşından sağ kalan bir karakterin günümüzü kurtarmak için yaptığı zaman yolculuğunu konu alıyordu ve 1995 yapımı Twelve Monkeys filmine de ilham vermişti. 

Genel bakışta beyazperdedeki zamanda yolculuk temalı senaryolar, karakterin yolculuk yaptığı zamanda içine girdiği çatışma ve yan bilimkurgu temalarıyla beslenmişti. Geleceğe Dönüş üçlemesi ise sonrası için uzun vadeli etkiler bırakan bir şeye daha vurgu yaptı. 1985 öncesi yapımlarda göreceli uzun zaman dilimlerindeki yolculuklar konu alınmıştı fakat Marty McFly 1985’ten 1955’e yolculuk yaparak kendi varlığını tehlikeye sokacak paradokslarda başrol oynamaya başladı.

Daha önceki filmlerde teknolojik bir araçla uzak geçmişe veya uzak geleceğe yolculuk yapan bir karakteri izlediğimizde aklımıza takılan soru, zamanda yolculuğun bilimsel olarak mümkün olup olamayacağı sorusuydu. Geleceğe Dönüş ise bu soruya daha felsefi tonda sorular ekleyerek senaryolarda genişleme ve karmaşıklaşmaya giden önemli bir yol açtı. Bu kaçınılmazdı; çünkü söz konusu, varlığımızdan bağımsız düşünemediğimiz zaman kavramı olduğunda zamanda yolculuğu konu alan kültürel üretimleri diğer bilimkurgu temalarından ayıran önemli bir fark var.

Binlerce yıl sonraki geleceği konu alan bir filmde her türlü teknolojik yenilik -belki de son 20 yılda yaşadığımız başdöndürücü teknolojik gelişimlere şahit olmanın verdiği vurdumduymazlıkla- normal karşılanır. İnsan ve robot arasındaki farkın bulanıklaştığı Blade Runner evreninde merak uyandırıcı olan o teknolojik evreye nasıl gelindiği değil sonucunda oluşan distopik düzene şahitlik etmektir.

Zamanda yolculuk temalı filmlerde ise “zamanın” başlangıcından beri var olan ve onun bitmesiyle biteceğimiz “zaman” bir sağlama aracıdır. Çünkü zaman ve zamanla ilgili varsayımlarımız bir açıdan metafizikle temellendirebildiğimiz şeylerdir. Masanın ucundaki bardağa bir güç uyguladığımızda yere düşüp kırılır. Zihnimizdeki bu nedensellik zamanın belli bir doğrultuda, bir başka deyişle geçmişten geleceğe doğru gittiği yönündeki algıyla pekişir. Fakat birçoğumuza apaçık gelen bu durumu fizik dünyasında tanımlamak çok da kolay değildir.

Özetle, zaman kavramı bilim ve felsefenin ortak konusu kalmayı başarabilmiş ender fenomenlerden biri. İnsanla etkileşiminde açıklanmaya muhtaç birçok alanın olduğu ve kavramın derin soruşturmasının beyin kıvrımlarını harekete geçirdiği çok çekici bir tema. Zamanda yolculuk ise çengel bulmacadan daha fazlasını seven televizyon izleyicisi için biçilmiş bir kaftan. 

Zamanda yolculuğun çekici bir konu olması hasebiyle piyasada bu temayı senaryo içine yedirmiş oldukça fazla yapım var. Senaryosunun temelinde zamanda yolculuk olan birçok dizi olduğu gibi Gizli Dosyalar ve Uzay Yolu gibi uzun soluklu dizilerde de bir veya birkaç bölüm zamanda yolculuk temasına ayrılıyor. Dizilerin yanında sinema ve televizyon için çekilen filmlerde de zamanda yolculuk teması yıllar geçtikçe daha tercih edilir hale geldi. Geleceğe Dönüş’ün yayınlandığı 1985 yılına kadar zamanda yolculuğu konu alan 39 film çekilmişken bu tarihten sonra her yıl ortalama en az 5 film bu türe eklenmiş durumda. Kısacası, türün meraklıları için bile bir enflasyon söz konusu. 

İşte bu hengamede, 2017’de Netflix’in ilk Almanca orijinal serisi olan Dark’ın ilk sezonu yayınlandı. Kurgusal bir kasaba olan Winden’de çocukların kaybolmasıyla başlayan ve zaman yolculuğu temasıyla katman katman açılarak 1921’den 2053’e 132 yıllık zaman dilimine yayılan Dark, Jantje Friese ve Baran bo Odar tarafından yaratıldı. İlk sezonuyla dikkatleri üzerine çekmişti, 2019’da çıkan ikinci sezonuyla ise beğenilerin tesadüf olmadığını gösterdi.

Tesadüfi olabilirdi; zira Dark’ın ilk sezonunun yayına verildiği 2017 yılı, Netflix’in adım adım oluşturduğu “kötü iş yapmaz” imajının tepe noktasına ulaştığı bir dönem. İlk sezonuyla büyük heyecan yaratan ve Dark ile benzer şekilde kurgusal bir kasaba olan Hawkins’te kaybolan bir çocukla başlayan doğaüstü temalı Stranger Things, Dark’tan birkaç ay önce ikinci sezonuyla Netflix ekranlarındaydı. İyi reklam çalışmasıyla desteklenmiş bir Netflix orijinal dizisinin diğer yapımlardan bir adım öne çıkması makul bir beklenti olabilir.

Fakat giderek klişelere saplanan zaman yolculuğunu konu alan yapımlar deryasında Dark’ın öne çıktığı bazı farklı yanları olduğu da tartışmasız. Bu farklılıklar dizinin teknik ve senaryo yapısında birçok detayda kendini gösteriyor. Bunun yanında, diziye ilgiyi artıran en önemli özgünlük izleyicide zamanla ilgili metafizik kabulleri sarsması. Dark, bunu hem hikâye örgüsüyle hem de karakterlerin konuşmalarında ve dış sesle verdiği alıntılarla yapıyor. 

Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım inatçı bir illüzyondan başka bir şey değil.

Dark’ın senaryosunu zaman kavramı üzerinden konumlandırmak için zaman kavramı ile ilgili bir girizgaha ihtiyaç var. Zaman kavramının felsefe ve bilimin ortak konusu kalmayı başarabilmiş bir fenomen olduğunu ileri sürmüştük. Elbette her kavrama ve olguya felsefi bakışlar atılabilir, üzerine derinlemesine muhakemelere girilebilir. Fakat bilimsel bir paradigmanın çerçevesini oluşturan bilimsel nitelikli söylemler belli bir kavramlar topluluğunu felsefi soruşturmayı çeperde tutacak kadar ortak kabul haline getirir.

Örneğin kütle, molekül, oksijen ya da kimya, bilimsel anlamda net bir gösterene sahip kelimelerdir. Bu kelimelerin tanımı belli referanslara göre yapılır ve ortak kabul görür. Gelin görün ki “t” sembolüyle birçok denklemde arz-ı endam eden zamanı bir referansa göre tanımlamak çok kolay değildir; zira zamanın kendisi her şeyin referansıdır. Her şey zamanın içindedir ve ondan kaçmak imkânsızdır. Örneğin zamana atfedebildiğimiz bir özelliği olan akması bile aslında hareket dediğimiz şeyi zamanla ölçmemizden dolayıdır.

Bir başka deyişle, akan şey hareketin kendisidir ama hareket de zaman üzerinden tanımlandığından akan şey sanki zamanmış gibi kavranır. Bu durumda aklımızda saatlerimizde geçen şeyin sadece bir illüzyon mu olduğu sorusu takılabilir. Zaman konusundaki ana felsefi ayrımlardan ilkini de bu soru oluşturur. Kant gibi Realist okula yakın duranlar zamanın insan aklından bağımsız bir mevcudiyet olduğunu kabul ederler. Uzay ve zaman önsel kavramlardır ve duyumsamamıza yardımcı olurlar.

İdealist okul ise zamanın insan aklından bağımsız olmadığını ve aslında bir illüzyon olduğunu savunur. Bu konudaki en radikal tutum idealist McTaggart’a aittir. McTaggart, zamanın gerçek olmadığını çünkü zamana yönelik tasvirlerimizin çelişkili, döngüsel ve yetersiz olduğunu iddia eder. Teorik fizikçi Rovelli’ye göre de zamanın aktığına yönelik algımız fiziksel gerçeklikle bağdaşmaz ve gerçeklik aslında bizim geçmiş, şimdi ve gelecek olarak tasavvur ettiğimiz karmaşık olay ağlarında oluşur. 

Zamanın mutlaklığı ve göreceliliği ile ilgili ikinci tartışma alanı ise içinde Newton, Leibniz ve Einstein gibi bilim ve felsefe alanının önde gelen isimlerini barındırır. 18. yüzyılın başlarında Newton’un zaman ve uzayın mutlaklığını temel alan görüşlerine karşı eleştiri yönelten Leibniz, uzayın nesneler arasındaki düzene bağlı olarak izafi olduğunu ortaya atmıştı. 1905 yılında ise Einstein bilim dünyasına sunduğu Özel Görelilik Teorisi ile mutlak gözlem çerçevesinin olmadığını ve fizik yasalarının belli özelliklere sahip referans çerçevesi için aynı olduğunu ileri sürerek Newtoncu yaklaşımın bazı durumlarda geçerli olmadığını gösterdi.

Einstein’ın teorisinin en önemli sonucu ise mutlak evrensel zaman düşüncesinin rafa kaldırılmasıydı. Zaman göreliydi ve zamanı işaret etmek için bir referans çerçevesi ve uzaydaki konum da gerekliydi. İşte uzay-zaman dediğimiz şey Einstein’ın bu devrim yaratan teziyle ortaya çıktı. Uzayın üç boyutu ve dördüncü boyut olarak da zamanı ekleyen bir matematik modeli olan uzay-zaman, Einstein sonrası fiziği derinden etkilemekle kalmadı, zaman ile ilgili kavrayışlarımızda da önemli sonuçları oldu. 

“Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım inatçı bir illüzyondan başka bir şey değil” sözü inkârcı bir idealistin ağzından dökülmedi. Einstein, geçmişten gelip şimdi üzerinden geleceğe akan bir zaman anlayışının tam karşısına tek birleştirilmiş bir uzay-zaman kavrayışını yerleştirdi. Bu nedenle geçmiş, şimdi ve gelecek bizim dışımızdaki gerçeklikten çok onları tasavvur etme biçimlerimizdi. Diğer çıkan bir sonuç ise zamanın birçok açıdan aslında uzaya benzediğiydi.

Dark’ın senaryosu aslında zaman değişimi ile mekân değişimi arasında hiçbir farkın kalmadığı bir durum üzerinden okunabiliyor. İlk bölümde kaybolmasıyla karmaşık bir olay örgüsünün içine çekildiğimiz Mikkel Nielsen, 2008’de Ulrich ve Katharina Nielsen’in son çocuğu olarak dünyaya geliyor. 2019’da ormanda kayboluyor ve kendini 1986’da buluyor. Michael Kahnwald ismini alıp 33 yıl sonra intihar ediyor. Bu hikâyeden zamanla ilgili kısımları çıkardığımızda 11 yaşında kaybolup 44 yaşında hayatına son veren ve çok da karmaşık olmayan birinin hikâyesini okumuş oluyoruz.

Winden’da uzay ve zaman o kadar aynılaşmış durumdaki mağara ve makine üzerinden uzay-zaman noktaları arasında kolayca seyahat edebiliyoruz. Konumları sadece Winden-1986, Winden-1921 gibi uzay-zaman şeklinde kodlamak olası kafa karışıklıklarını önleyebiliyor. Uzay ve zamanın aynılaşması noktasında Winden evrenindeki diğer öne çıkan farklılık ise uzay-zamandaki bu yolculuklar esnasında zaman farkı gibi bir şeyden de bahsetmiyor oluşumuz.

Kavranan zaman ile kabul edilen zaman arasındaki farkın en net görünür olduğu yer Winden. Mikkel Nielsen 4 Kasım 2019 gecesi Winden’deki mağaraya girip 5 Kasım 1986’ya geçiş yaptı. Aradaki fark 33 yıl değil sadece saatlerdi. 9 Ekim 1986’da kaybolan Mads Nielsen’in cesedi ise 5 Kasım 2019’da bulundu. Otopsi yapıldığında ölüm zamanının sadece saatler öncesi olduğu anlaşıldı. 

“Eğer geçmişten gelen her şey gelecek tarafından etkilenmişse”

Winden evrenindeki tuhaflıkları bir uzay-zaman analojisiyle basitleştirmenin anlatılan hikâyenin karmaşıklığını azaltmadığının farkındayım. Öncelikle uzay ve zaman düşündüğümüz kadar benzer şeyler olmayabilir. Örneğin İstanbul’daki herhangi bir noktadan Tokyo’daki herhangi bir noktaya mekânsal olarak transfer olabilir ve aynı noktalara geri dönebiliriz. Fakat zaman tek doğrultuda akan bir mevcudiyet. Zamanın bu asimetrik yapısı fizik dünyasında da uzun süre kafa yorulmuş bir konu.

Çünkü fizik kanunları zamansal olarak simetriktir. Bir başka deyişle, fizik kanunlarıyla tasvir edilen bir sürecin geri döndürülmesi de fiziksel olarak teoride mümkündür. Fizik kanunlarının bu zaman-simetrik yapısına istisna birkaç örnek de bulunur ki bunlar termodinamik yasaları ve kuantum mekaniğindeki bazı süreçlerdir. Zamanın asimetrisini açıklamaya yönelik çözümler de fiziğin bu istisnai alanlarından desteklenir.

Zamanın doğrultusu ile ilgili en güçlü açıklama da termodinamik yasalarından gelir. Termodinamiğin ikinci kanununa göre kapalı bir sistemde entropi (mikro düzeyde düzensizlik ölçüsü) hiçbir zaman azalmaz; daha da somutlaştırırsak kırılan bir bardağın toparlanıp tekrar bütün olduğuna hiçbir zaman neden şahit olmadığımızı ve olamayacağımızı açıklayan doğa yasası budur. Zaman oku ilerledikçe entropi de artma eğilimindedir. Bu nedenledir ki Mads Nielsen’in 1986’da ölen cesedinin 33 yıl sonra 2019’da saatler önce ölmüş gibi bulunması termodinamiğin ikinci yasasına göre olmaması gereken bir şeydir. 

Diyelim ki Winden evreni termodinamik yasalarının geçmediği bir fanus. Ki bu fanustan Kahnwald, Nielsen, Doppler ve Tiedemann aileleri üç kuşaktır kurtulamıyor gibiler. Bu izole fanus yapısında bile 33 yıllık zaman dilimleri arasındaki triquetra yolculuklarını kısıtlayan başka bir zaman doğrultusu zorunluluğu var. Bu zorunluluk bilimsel tabanlı doğa yasalarını da aşan metafizik nitelikli bir zorunluluk. Nedenin sonucu öncelediği nedensellik bağlantısı.

Kavramsal olarak, bir şeyin nedeni sonucundan önce olmak zorunda. Sonuç nedenden hem önce hem de sonra olamaz. Geleceğe Dönüş’teki Marty McFly’ın zaman yolculuklarını düşünelim. Marty McFly 1985’te DeLorean’in koltuğuna oturur ve düğmeye bastığından saniyeler sonra 1955’e ulaşır. Bir başka deyişle, McFly’ın 1985’te tetiklediği bir nedenin 1955’te bir sonucu olur. McFly’ın gözünden neden, sonuçtan önce ama aynı zamanda sonradır. Bu nedenledir ki bir zaman yolculuğu hikâyesini nedensellik açısından hataya düşmeden anlatmak mümkün değildir. 

“Yaptıklarımızda özgür değiliz çünkü isteklerimizde özgür değiliz”

Hayatlarımızda günlük tecrübelerimizi yöneten en temel metafizik varsayımlardan biridir nedensellik zorunluluğu. Bu nedenle, zamanda yolculuk temalı yapımlarda izleyiciyi farkında olmadan paradoks aramaya yönelten de bu tecrübelerimizdir. İyi bir senaryo, zaman üzerine kurulan bilimsel söylemlerden kaçacak stratejileri nispeten kolay bir şekilde geliştirebilir. Winden evreni de çok derin muhakemelere girilmeden uzay-zaman teorisi ve zamanın doğrultusu gibi teknik konulardan kendini sıyırabiliyor.

Fakat piyasadaki benzer temalı birçok yapımdan farklı olarak sadece teknik konulardan kaçmanın dışında felsefi bir kaçış noktası da yakalıyor. Geleceğe Dönüş üçlemesi Marty McFly’ın 1985’te Dr. Brown’ın geliştirdiği zaman makinesiyle 1955 ve 2015’e yolculuklarını sadece konu almakla kalmıyor gittiği zaman dilimlerinde yaptığı değişiklerin sonuçlarıyla da yüzleşmesini vurguluyordu.

Üçlemede McFly’ın özgür iradesiyle yaptığı hareketlerin az kalsın annesi ve babasının tanışmasına engel olmasına ya da Beef Tannen’ın alternatif bir 1985’te çok zengin olmasına neden olduğunu izliyorduk. Geleceğe Dönüş üçlemesinin altındaki varsayım aktörün nedensel bir gücü olduğu ve gerekirse bunun sonuçlarına katlanacağıydı. Büyükbaba paradoksuna örnek bir şekilde McFly, annesine kendini âşık ederek kendini tarihten silinmesine neden olacak olayları tetikleyebilmişti. 

Nedensellik ilkesinin yol açacağı paradokslara Dark’ın cevabı ise zaman yolculuğu yapan aktöre aslında hiç nedensellik gücü atfetmemek oldu. Jonas’ın 2019’da başladığı yolculuğunu 1921’de Adam olarak noktalaması tarihin seyrini değiştirmek için giriştiği beyhude çabanın hiç sonuç vermediğini bize açık bir şekilde gösterdi.

Mağara veya zaman makinesini kullanıp 33 yıllık zaman dilimlerini gezenler hiçbir şeyi değiştiremiyor, sadece tarihin seyrini öğreniyor; hatta niyetleri farklı olsa bile bu seyri gerçekleştiriyorlardı. Jonas’ın babasının intiharını önlemek için giriştiği çaba yaşça daha büyük bir versiyonu tarafından engellendi. Claudia, babası Egon Tiedemann’ın evinde ölü bulunduğunu 2019’da bir gazete arşivinde öğrenip değiştirmek için 1985’e gitti, fakat kaçınılmaz ölüm Claudia’nın eliyle gerçekleşti. 

Geleceğe Dönüş’ün aksine Dark’ın altındaki varsayım, hikâyenin yazıldığı ve aktörlerin sadece bu hikâyeyi gerçekleştirmek için orada olduğu yönündeydi. Senaryoya sinen bu belirlenimcilik (determinizm) dizi izleyicilerine ters gelebilecek tüm paradokslara daha baştan verilebilecek en zekice cevaptı. Dark’ı da zaman yolculuğu temalı yapımlar arasında ön sıralarda yer almasını sağlayan da senaryodaki bu farkındalık.

Episode’un 17. sayısında yayımlanmıştır. 

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

1 Yorum

  • Çok iyi bir yazı Dark yeni sezonu başlamadan tekrar okunması gerekenlerden
    bu konudaki en iyi film Predestination (2014) Dark ı sevenlerin kaçırmaması gereken bir film

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir