La casa de papel’in Yaratıcısından The Pier: Bir Büyük Soru İşareti

 La casa de papel’in Yaratıcısından The Pier: Bir Büyük Soru İşareti

[highlight]The Pier‘i nasıl heyecanla beklediğimi hatırlıyorum… Çıktığı gün eve kapanmış, aynı gün ilk sezonunu bitirmiştim. Episode Dergi’nin yeni sayısının kapak dosyasıydı. Haliyle, oturdum bilgisayar başına başladım yazmaya! Daha ilk sezonuyla bile ustaca bir kurgu ve hikâye anlatıcılığı sunan dizinin 2. sezonunun çıkması şerefine, Episode Dergi’nin 13. sayısında yayınlanmış bu kısa incelemeyi sizlerle paylaşmak istedim, istedik. Keyifli okumalar dilerim.[/highlight]

Diziyi etraflıca değerlendirmeden evvel hikâyesini kısaca özetleyelim: Alejandra (Veronica Sanchez) ya da kısaca Alex, genç bir mimar. Arkadaşı Katia (Marta Milans) uzun süredir üzerinde çalıştıkları bir gökdelen projesinin satıldığını öğrenince kutlama yapmak üzere partiye gidiyorlar. Bu arada Alex, eşi Oscar (Álvaro Morte) ile telefonlaşarak sevincini onunla da paylaşıyor. Finans işleriyle meşgul Oscar pek neşeli, Alex sanıyor ki Almanya’da bir iş görüşmesinde, nitekim telefonda Almanca konuşmalar bile duyuyor… Ancak sabah ne oluyorsa oluyor ve Oscar, arabasında ölü bulunuyor. Almanya’da değil, İspanya’nın Valencia kentinde, bir sahil kasabasındaki ufak bir iskelede! İşte, işler bundan sonra karışıyor. Herkes Oscar’ın intihar ettiğini düşünürken Alex buna inanmıyor ve Oscar’ın başına ne geldiğini çözmeye çalışırken hem eşini hem kendini yeniden tanıdığı bir serüvenin içine düşüyor. Bir serüven ki biz seyircileri de insan ilişkileri, aşk, şehir yaşamı gibi konularda heyecan verici sorgulamalara itiyor. 

The Pier macerasının sekiz bölümden müteşekkil ilk sezonu Türkiye’de BluTV üzerinden izlenebiliyor. Derim ki atlamayın, polisiyeye pek ilginiz yoksa bile karakterlerin dönüşümünü takip etmek için seyredin. Sonra alın dergimizi elinize, bu yazıya göz atın; bakalım siz okurlarla The Pier hakkında benzer fikirlerde buluşabilmiş miyiz?

Not: Tabii diziyi izlemeden de yazıyı okuyabilirsiniz. Ancak şimdiden uyarayım, yazım spoiler tuzaklarıyla doludur, gözünüzü bir kaptırırsanız sonra hoppala paşam Malkara Keşan! 

Kasabadan arkadaşları Vicent (Paco Manzanedo) ve Conrado’yu (Roberto Enriquez) Veronica’nın eski sevgilileri sanmanız mümkün… Durunuz orada, sevgili okur! Bakın, ne diyor “Beyaz Ölüm Kuşları” şiirinde Arkadaş Z. Özger: “Ah nasıl ayrılır aşk ve dostluk birbirinden/ Can canı sever ötesi yok bunun çocuk”; işte, sanırsınız Arkadaş Z. Özger okumuş Veronica, böyle sevgiyle yaşayan bir kadın.

The Pier‘de üç ana karakter var: Alex, Oscar ve Veronica. Diğer karakterlerin işlevsiz olduğunu söylemiyorum. Aksine pek çok yapımda yan karakterler birer “karikatür” olurken The Pier‘de her karakter canlı. Yaptıkları her eylem kendilerini ve başkalarını dönüştürüyor. Örneğin Katia’nın kızı Ada (Judit Ampudia) ile ilişkisi, Ada’nın lezbiyenliğini fark etmesi apayrı yan hikâyeler sunuyor seyirciye. Ancak hikâyeyi sürükleyen ve olayların gerilim noktasında bulunanlar, ilk cümlede adını saydığımız bu üç ana karakter. 

Veronica, Valencia’daki Albufera kasabasının kumsalında, küçük bir evde tek başına yaşayan genç bir kadın. Her daim neşeli ve kalender olsa da kalbinde bitimsiz bir acı olduğunu sonradan öğreniyoruz. Veronica, ilişkilerinde sahiplenmekten pek uzak; zihninde kıskançlık dürtüsünün yeri yok çünkü hiçbir ilişkisinde “aitlik” kavramı gündeme gelmiyor. Kasabadan arkadaşları Vicent (Paco Manzanedo) ve Conrado’yu (Roberto Enriquez) Veronica’nın eski sevgilileri sanmanız mümkün… Durunuz orada, sevgili okur! Bakın, ne diyor Beyaz Ölüm Kuşları şiirinde Arkadaş Z. Özger: “Ah nasıl ayrılır aşk ve dostluk birbirinden/ Can canı sever ötesi yok bunun çocuk”; işte, sanırsınız Arkadaş Z. Özger okumuş Veronica, böyle sevgiyle yaşayan bir kadın. Hayatına giren erkekler içerisinde en özeli Oscar; “Hayatımın aşkıydı,” diyor onun için Veronica. Üstelik ondan bir kızı da oluyor ama Oscar’ı bile sahiplenmeye çalışmıyor. Veronica için ortada paylaşılacak bir sevgi var, bir de onu paylaşmak isteyenler… O, mülksüz ilişkiler inşa ediyor. Veronica’nın her sevişmesi, aşk üzerine her sohbeti bizi insan ilişkileri konusunda sorgulamaya itiyor. 

Gelelim Oscar’a. Oscar, ölümüyle bütün hikâyeyi doğuran adam olmasının yanı sıra eşi Alex ile Veronica arasında gidip gelen sevgisiyle esasında seyircinin zihninde iki farklı ilişki biçimini çarpıştırıyor: Bir tarafta modern, şehirli bir aile. Birbirine “ait” bir çift. Diğer tarafta ise Veronica’nın sunduğu biraz vahşi, çokça tutkulu ama bir o kadar karmaşık bir aşk. Başlarda Veronica’nın aşka ve sevgiye bakışı, inatla “hayatımın aşkı” dediği adamı sahiplenmeyişi Oscar’ı zorluyor. Veronica’yı bilhassa Vicent’ten kıskanıyor. Ancak zamanla iş öyle bir noktaya varıyor ki Veronica ile yatağa Vicent’le beraber giriyor. Hatta bir noktada Vicent ile Oscar arasında cinsel gerilim de oluşuyor. Bu cinsel gerilimden Oscar’ın ya da Vicent’in eşcinsel oldukları sonucunu çıkarmamız güç; daha doğrusu, böyle bir sonuç çıkarırsak dizinin anlatmak istediğini çok yanlış anlamışız demektir! Vicent ile Oscar arasında cinsel bir gerilim oluşurken ya da final bölümünde Alex, Veronica’yla sevişirken dizinin yaptığı, ilişki ve cinsiyet kalıplarını zorlamak. Onları dağıtmak, parça pinçik etmek. Veronica’ya gönlünüzü bir kaptırdınız mı tıpkı Oscar ve daha sonra Alex gibi değişiyorsunuz: Veronica’nın Albufera’daki evi sanki sihirli bir mekân, onun içinde sevgiden gayrı ne bir cinsiyet var ne aidiyet! Oscar da evin ve Veronica’nın sihrinden azade değil. Burada Irene Arcos’un oyunculuğuna da bir parantez açalım: Álvaro Morte’den söz etmeye gerek bile yok, Alex rolünde Veronica Sanchez de gayet başarılı bir performans sergiliyor ama Irene Arcos’un Veronica karekterine can verişi bambaşka! The Pier‘in en güçlü taraflarından birinin oyuncu seçimleri ve oyuncu performansları olduğunu sırf Irene Arcos’a bakarak bile söyleyebiliriz sanırım. Burada bir de ana karakterlerden olmasa da balıkçı Vicent’i canlandıran Paco Manzanedo’yu anmak gerek; sanırsınız bir Sait Faik öyküsünden çıkmış! Teni Akdeniz, gözleri denizcil Vicent, Alex’e karşı bazen kayıtsız bazen soğuk tutumuyla bir süre dizinin gizem unsurlarından biri de oluyor ve bunda Manzanedo’nun oyunculuğunun büyük rolü var. 

Oscar, hikâyenin merkezinde yer alıyor. Veronica ise bütün hikâyeye yeni bir açı, bambaşka bir derinlik kazandırıyor. Ancak hikâyenin ilerlemesini, düğümlerin çözülmesini sağlayan hep Alex. Karakterler içinde belki en büyük dönüşümü geçiren de o.

Üç ana karakterimizden bir diğeri ve bence dizinin asıl protagonisti Alex ise ufak tefek, sevimli bir kadın. Annesi meşhur romancı Blanca (Cecilia Roth). Ne ki yeni romanı için bir türlü ilgi çekecek konu bulamıyor, Oscar’ın ölüsü bulunana kadar. Özgüven sorunu yaşayan, ürkek ve çekingen Alex, eşinin hayatındaki gizleri keşfederek kabuğunu kırdıkça Blanca da konusunu buluyor: Kızının yaşadıklarını romanlaştırmaya başlıyor. Dizi ilerledikçe sanki Blanca’nın yazdığı romanı izliyoruz. Handiyse diyeceğiz ki dizinin bir anlatıcısı var, o da Blanca. Belki bunu diyemiyoruz ama tıpkı Blanca’nın romanı gibi The Pier‘in de protagonisti Alex; işte bunu söyleyebiliriz! Oscar, hikâyenin merkezinde yer alıyor. Veronica ise bütün hikâyeye yeni bir açı, bambaşka bir derinlik kazandırıyor. Ancak hikâyenin ilerlemesini, düğümlerin çözülmesini sağlayan hep Alex. Karakterler içinde belki en büyük dönüşümü geçiren de o. Uyduruk bir kimlikle Veronica’nın evinde kalmaya başlamasından sonra Alex, kocasının bu müthiş tutkulu sevgilisine karşı şaşırtıcı şekilde empati geliştirmeye başlıyor. Bu empati, Alex’in bir yandan kocasıyla diğer yandan kendisiyle hesaplaşmasını sağlıyor. Cinselliği yeniden tanıyor, ilişki biçimlerini sorguluyor, çocukluğunda onu pek önemsememiş annesiyle hesaplaşıyor… Öyle ki Veronica’yı tanıdıktan sonra Alex’in tasarladığı gökdelen bile değişiyor; yepyeni tarzda, Veronica’nın hayatı gibi doğayla iç içe, ekolojik bir gökdelene dönüşüyor. 

Şimdi bu dediklerimize bakınca The Pier, ilişkiler ve insanın kendisiyle hesaplaşması üzerine bir diziymiş gibi duruyor. Ancak unutulmamalı ki hikâye Oscar’ın ölümüyle başlıyor. Demek ki elimizde bir polisiye vaka da var. Hoppala, nedir bu dizinin konusu? Efendim, işte geldik Álex Pina’nın âlâ marifetine ki ben buna “sarmal olay örgüsü” diyeceğim. La casa de papel‘de de tanık olduğumuz üzere, Álex Pina’nın en iyi becerdiği iş, bir ana anlatının çevresinde onunla ilişkili başka anlatılar kurmak. Bunu La casa de papel‘de bir soygun hikâyesinin etrafında soyguncuların kişisel öykülerini anlatarak yapmıştı. Berlin ile Profesör’ün ilişkisi bile başlı başına bir dizi konusu olabilirdi. Álex Pina, bu defa Oscar’ın ölümü etrafında çeşitli anlatılar inşa ediyor. Ancak altını çizmemiz gerek ki The Pier‘de anlatı diyebileceğimiz Oscar’ın ölümü vakası, La casa de papel‘deki soygun anlatısı kadar ağırlığa sahip değil. Öyle ki bazen, Oscar’ın öldüğünü ve Alex’in onun ölümünü araştırdığını bile unutuyorsunuz. Veronica ile Alex arasındaki gerilim, çözülmeyi bekleyen vakanın önüne geçiyor. Sonra vaka geliyor, özellikle son birkaç bölümde yeniden anlatının şoför koltuğunu devralıyor. Demem o ki, The Pier‘in olay örgüsü birbirine sarılmış anlatılardan oluşuyor. Aklınız soru işaretleriyle doluyor, doluyor, doluyor derken hepsi bir büyük soru işaretine dönüşüyor: The Pier

Yalnız burada bir parantez açmamız icap edecek: The Pier‘de bir anlatının olay örgüsünü domine etmemesi, bir tempo sorununa yol açmış. Her öyküye derinlemesine eğilip her soru işaretine uzun uzun cevaplar ararken zaman zaman kendimizi durağanlıktan yorulmuş buluyoruz. Tempo sorununa yol açan bir etmen de flashbackler. Dizi boyunca Oscar’ı -haliyle- flashbackler ile görüyoruz. Ancak bu flashbacklerin bazısı ya gereksiz ya gereğinden fazla uzun. Niyet okumak istemem ama sanıyorum Oscar’ı canlandıran Álvaro Morte’ye de en az Veronica Sanchez ve Irene Arcos kadar yer ayrılmak istenmiş. 

Şimdiye dek fark ettiğiniz üzere, ufacık eleştirimi kenara bırakırsak The Pier‘i oldukça sevdim. Nasıl sevmeyeyim ki? Bazı romanları, filmleri, dizileri bitirdiğinizde aklınızda ve kalbinizde değişimler hissedersiniz; The Pier de böyle dizilerden. Müzikleriyle ki meşhur bir Tanzanya şarkısı olan Malaika çaldığında hangimizin tüyleri diken diken olmaz, fotografisiyle ki hangimiz Veronica’nın verandasında denizi seyretmek istemeyiz, sonra efendim, oyunculuklarıyla ve derinlemesine ele alınmış karakterleriyle ve insan ilişkilerinde klişelere taarruzuyla The Pier, 2. sezonunu iple çektiriyor. 

Episode Dergi’nin 13. sayısında yayımlanmıştır…

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir