Lovecraft Country: Zamanın Ürünü Bir Uyarlama

 Lovecraft Country: Zamanın Ürünü Bir Uyarlama

Deniz Turgay’ın bu Lovecraft Country incelemesi Episode’un 24. sayısında yayımlanmıştır.

Sevdiğinizi gizlediğiniz bir şarkı, film veya dizi oldu mu? Belki arkadaşlarınızın bu yapımı yeterince “kaliteli” bulmayacağından çekiniyor, belki de yaratıcısının veya konusunun siyasi konumundan ötürü bu sevginizin kınanacağını düşünüyorsunuzdur. “Suçluluk duygusu uyandıran zevk” olarak çevirebileceğimiz guilty pleasure terimi, bu gibi durumları anlatmak için kullanılıyor. Bir kafede yarım yamalak duyduğumuz ve sonrasında günlerce dilimize dolanan pop şarkılarından önce, basıldıkları düşük kalite kâğıt (pulp) nedeniyle “ucuz” diye nitelendirilen ve genellikle polisiye, bilimkurgu ve fantezi türünde hikâyeler yayımlayan dergi ve kitaplar bu şekilde anılıyordu. Bu yazıya konu olan HBO dizisi Lovecraft Country tam da bu türe saygı duruşu niteliğinde, aynı isimli kitaptan uyarlanmış.

Kitabın kendisi olmasa da Lovecraft ismi tanıdık gelebilir. Kozmik korku türünün kurucusu H.P. Lovecraft, 1917’den 20 yıl sonraki ölümüne dek pulp dergilere onlarca öykü yazmış ve kısa ömründe pek de takdir görmeden vefat etmiş bir yazar. Bu öykülerde bahsettiği ve Cthulhu mitosu olarak bilinen kadim tanrılar kültü ise ölümünden sonra başka yazarların, sanatçıların hatta oyun tasarımcılarının eserlerinde kullanılması sayesinde günümüze dek yaşatılıyor. 

Bilimkurgu yazarı Matt Ruff’ın 2016 basımı Lovecraft Country kitabında bu tanrılara ve dehşetengiz doğaüstü yaratıklara başka bir illet eşlik ediyor: Irkçılık. Köleliğin 1865’te resmen ilgasından beri süregelen ırk ayrımının son dönemi olan 1950’li yıllarda geçen bu hikâyede Atticus Turner ile tanışıyoruz. Kore Savaşı’ndan döndükten sonra ABD’nin güneyinde kendine bir hayat kurmaya çalışan Atticus bir gün babası Montrose’dan aile tarihine dair gizemli bir mektup alır ve merakına yenilip kuzeye, Chicago’daki aile evine doğru yola koyulur. Siyahlar için güvenli seyahat rehberleri hazırlayan amcası George ile görüşünce Montrose’un tehlikede olduğunu düşünerek onu kurtarmaya karar verirler. Çocukluk arkadaşı Letitia’nın da ekibe katılmasıyla macera başlar. Yolculuk boyunca bol dokunaçlı, devasa ve biçimsiz canavarlar, bilinmeyen bir dilde konuşan büyücüler ve başka evrenlere açılan kapılar gibi türlü belayla karşılaşsalar da gerilimin en yüksek olduğu anlar, siyah kahramanlarımızın polis veya zengin beyaz adamlar gibi erk sahipleriyle yüz yüze gelmek zorunda kaldığı durumlar. 

Lovecraft Country kahramanları ise evrenin kendileri için yaratıldığı gibi bir yanılgı içinde değil. Bu farkındalık onların en güçlü silahı: Bunun bir korku hikâyesi olduğunu ve dikkatli olmazlarsa nasıl sonuçlanabileceğini çok iyi biliyorlar. 

Siyahların günlük yaşamlarında karşılaştıkları korku, dehşet ve acımasızlığın asıl sorumlusunun beyaz adam olduğu bu hikâyenin adında Lovecraft olmasının akla hayale gelmeyecek yaratıklarla dolu olmasından başka bir nedeni var. Lovecraft ırkçı ve ırkçılığını saklamayan bir yazardı. “Zencilerin Yaratılışına Dair” isimli şiirinde insanlar ve hayvanlar arasında bir basamak olması gerektiğine karar veren tanrıların “yarı insan” görünümünde ahlaksız bir hayvan olarak siyahları yarattığını anlatır. Bilinmeyene, “ötekiye” dair korku üzerine inşa ettiği külliyatı bu görüşlerinin ışığında (karanlığında?) düşünüldüğünde eserlerindeki lekeyi gözden kaçırmak imkânsız. 

Matt Ruff’a ilham veren iki kaynak var: Bunlardan ilki, kariyerine adliye muhabiri olarak başlamış deneme yazarı Pam Noles’un Utanç başlıklı yazısı. Noles bu denemesinde siyah biri olarak daima başrolde olan ve “ilkel” halkları kurtaran beyaz insanları konu edinen bilimkurgu ve fantezi türlerini bu özelliklerine rağmen severek büyümenin ne denli zor olduğunu anlatıyor. Kahramanımız Atticus’un aynı Noles gibi, babasının o kadar da görünmez olmayan ırkçı satır arası mesajlara işaret etmesine rağmen pulp öyküler okuyarak büyümesi tesadüf olmasa gerek. İkincisi ise tarihçi James W. Loewen’in siyahların özgürleştikten sonra bile aslında hiç güvende olmadıklarını anlattığı Gurup Vakti Kasabaları isimli kitabı. Siyahların günbatımından önce gitmeleri gerektiğini söyleyen tehditkâr panolara verilen bu isim, beyazların çoğunlukta olduğu bazı yerleşim yerlerinde yalnızca gözdağı anlamına gelmiyor; kimi yerlerde beyaz olmayan herhangi birini akşam 9’dan sonra sokakta görüldüğünde vurmak bir “hak”. Lovecraft’ın eğitimli ve bilge erkek kahramanları, korkunç yaratıklar veya olaylarla karşılaşmaktan çok bu durumlarda evrenin kayıtsızlığını ve dünyanın, evrenin, her şeyin merkezinde kendilerinin olmadığını fark edince dehşete kapılır. Lovecraft Country kahramanları ise evrenin kendileri için yaratıldığı gibi bir yanılgı içinde değil. Bu farkındalık onların en güçlü silahı: Bunun bir korku hikâyesi olduğunu ve dikkatli olmazlarsa nasıl sonuçlanabileceğini çok iyi biliyorlar. 

Lovecraft Country

Lovecraft Country dizisi ise siyahların deneyimlediği pek çok zulme tek sezonda ayrı ayrı değinmeye çabaladığı için bir türlü derinleşemiyor.

Asıl öyküye dönelim. Neredeyse her bir bölüm, kitapta olduğu gibi, başka bir karakteri bir sonraki olayın başrolünde görüyoruz ancak mecrası gereği dizideki sınırlar kitaptaki kadar keskin değil. Montrose’u kurtaran ama bu uğurda önemli bir kayıp veren ekibimiz, KKK’den tek farkı kukuletalarının rengi gibi görünen büyücüler cemiyetini alt etse de işin burada sonlanmayacağını kısa sürede fark eder. Kahramanlarımızdan kimi yeni evine musallat olan hayaletle kimi yas sürecinde farklı evrenler, zamanlar, coğrafyalar boyunca aradığı benliğiyle kimiyse bir büyü yüzünden kanlı canlı hale gelen aşağılayıcı siyah insan karikatürleriyle ayrı ayrı uğraşırken tüm bu olayların onları tek bir kaynağa ve kaçınılmaz bir yüzleşmeye yönlendirmesini izliyoruz. Zamanın ruhunu mükemmel biçimde yansıtan dekor ve kostümler bu izlencenin en etkileyici yönü. Hikâyenin aslında ne kadar “gerçek” olduğunu hatırlatan küçük sürprizler de var: Kahramanlarımızın araba yolculuğu sırasında ABD’de siyah ve beyazların yan yana ama ayrı yaşamlarını belgeleyen meşhur fotoğrafların canlandırmalarını görüyoruz. Üstelik meşhur “Amerikan rüyası, Amerikan Zencileri pahasınadır,” sözünün geçtiği James Baldwin tiradı eşliğinde…

Dizinin yaratıcısı Misha Green anlatacakları hikâyenin yalnızca korku veya bilimkurgu türünde bir pulp yapım olmayacağını, tam tersine kaynak eserin yapamadığı, yapamayacağı ne varsa onu göstermeyi HBO’ya teklif ettiğini söylüyor. Biraz önce bahsettiğim gerçekliğe tutunan çapalar, durumun ciddiyetine olduğu kadar Green’in pulptan uzaklaşma arzusuna da sıkı sıkıya bağlı olsa gerek. Geçen senenin bol övgü alan diğer HBO yapımı Watchmen hem başka türlü burun kıvrılan bir tür olan çizgi roman kaynaklı olması hem siyah nesiller boyunca aktarılan travmayı konu etmesi hem de benzer bir iddiayla meramını anlatmaya koyulması açısından bu bağlamda bahsedilmeyi hak ediyor. Ancak sözkonusu siyahlara adalet olduğunda aralarında önemli bir fark var: Watchmen’in şaşmaz bir odağı bulunuyor; Tulsa katliamında can verenler özelinde siyahlardan gasp edilenler ve onlara borçlu olduğumuz şeyler. Lovecraft Country dizisi ise siyahların deneyimlediği pek çok zulme tek sezonda ayrı ayrı değinmeye çabaladığı için bir türlü derinleşemiyor. Yine Tulsa katliamı, gurup vakti kasabaları, kabullenilememiş eşcinsellik, linçlenen gençler, beyaz işyerlerinde ve mahallelerinde istenmemeleri, bedenleri üzerinde deney yapılanlar… Henüz dizinin izleyiciyle tanıştırmaya çalıştığı mitosa gelmedik bile!

Ne uyarlamalar kaynak metin önünde mahcup olmalı (veya edilmeli) ne de seyirciler bunlardan herhangi birinin daha iyi olduğunu gözü kapalı kabul etmeli.

Diziye yapılan eklemeler, maalesef, çıkarılanlarla kantara çekildiğinde oldukça yetersiz kalıyor. Örneğin beyazların vahşetinin siyahlarla sınırlı kalmadığını, hatta önce Amerikan Yerlileriyle başladığını anlatmak için “iki ruhlu” bir karakter eklenmiş; üstelik bu özel cinsiyet halini iyice bellememiz için çıplak gösteriliyor. Ancak Yahima’yı kendi sözcükleriyle bile anlayamıyoruz çünkü altyazı yerine Atticus’ın tercümesini dinlememiz gerek. Daha da fenası, kendisine ne denli eziyet edildiğini anlatmaya çalışan bu karakter daha 15 dakika olmadan öldürülüyor! Kitaptan ekrana erişemeyen ayrıntılara bir örnek verelim: George’un eşi Hippolyta, kızı Diana’ya çocukken astronomiye ne kadar meraklı olduğunu, hatta X Gezegeni bulunduktan sonra isim bulma yarışına Pluto önerisiyle katıldığını ancak bu ismi bulan kişi takdirinin beyaz bir kıza verildiğini (“Çünkü fotoğrafta daha iyi dururdu,”) anlatıyor. Oysa kitapta bunun nedeninin bu beyaz kızın köklü akademisyen ailesi nedeniyle öneriyi Hippolyta gibi mektupla değil, telgrafla göndermesi olduğunu öğreniyoruz. Kimlik kadar sosyoekonomik konumun da önemli olduğunu kaçırıyoruz böylece. George ve Montrose’un büyük-büyükannesi Adah’ın kölelik yılları boyunca ödenmesi gereken işgücü bedelinin faiziyle hesabını tuttukları defteri de hiç duymuyoruz. Irk ayrımının getirdiği bu ekonomik sermayesizliğe hakkıyla değinmemek dizinin en büyük kayıplarından diyebiliriz.

Edebiyat ve sinema gibi akademik dalların bir kolu olan uyarlama çalışmaları, bir mecradan diğerine yapılan uyarlamaları, bunların neden ve nasıl yapıldığını, hem kaynak hem de sonuç kadar, hedef kitlesine ne anlatmak istediklerini irdeler. Gary Bortolotti ve Linda Hutcheon “Uyarlamanın Kökeni Üzerine: Sadakat Söylemi ve ‘Başarıyı’ Biyolojik Açıdan Yeniden Düşünmek” isimli makalelerinde hikâyelerin, genler gibi çoğaldığını ve uyarlamaların da değişen ortamlarla birlikte evrim geçirdiğini ifade eder. Bu bağlamda “Yapabiliriz” ve “Umut” sloganlarıyla geçmiş 8 yıllık Obama hükümeti döneminde yazılmış bir kitabın, polis şiddetinin giderek daha ölümcül hale geldiği 2020 yılındaki uyarlamasının daha öfkeli, intikamcı ve duygusal olması fazlasıyla anlaşılır. 

Bortolotti ve Hutcheon, “sadakat” ölçmek yerine kaynak ve uyarlama ilişkisine ata ve torun olarak bakmanın daha uygun olacağını söylüyor. Dahası, Adaptasyon Teorisi isimli kitaplarında uyarlamaların “çeşitlilik içeren tekrar” keyfi sunduğu yani ritüelin ve aşinalığın getirdiği rahatlığı sürpriz ve yenilik hazzıyla birleştirdikleri için ilgi çekici olduğunu öne sürüyorlar. “Kutsal asıl” ile ilişkilerini irdelemek ve sadakatsizlik veya kopyalama gibi kötüleyici şekillerde betimlemek yerine, başka başka imkânlar ve zorluklar getiren yeni bir mecrada deneyimlenmesi için sunulduğunu kabul ederek takdir etmek daha makul değil mi? Ne uyarlamalar kaynak metin önünde mahcup olmalı (veya edilmeli) ne de seyirciler bunlardan herhangi birinin daha iyi olduğunu gözü kapalı kabul etmeli. Dizide Atticus paralel evrende kendi yaşadıklarına çok benzer olaylar anlatan Lovecraft Country isimli bir kitap buluyor. Kendi hayatından farklı olduğunu fark ettiği noktalar ise kitapta gerçekleşenler. Uyarlamalar olmasa böylesi afacanlıkları başka nerede bulabiliriz?

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir