Gecenin Kıyısı (Edge of Night), dünya prömiyerini 81. Venedik Film Festivali’nde gerçekleştirmişti. Dünya prömiyerinin ardından katıldığı Adana Altın Koza ile Ankara Film Festivali’nde ödüller alan yapım, iki kardeşin hikayesini ele alıyor ve siyasi bir gerilim temelinde seyrediyor.
Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman’ın başrolleri paylaştığı Gecenin Kıyısı, aynı zamanda yönetmen Türker Süer’in de ilk uzun metrajı niteliğinde. 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ve o gece yaşanan karmaşaya dayanan film, bir yandan da Türkiye’nin mevcut politik iklimindeki ayrışmayı yansıtıyor. Almanya’da doğup büyüyen Türker Süer ile hem Gecenin Kıyısı‘nı hem de Türkiye’nin içinden geçtiği kritik süreci konuştuk. Keyifli okumalar.
Öncelikle merhaba, nasılsınız? Gecenin Kıyısı ilk uzun metrajınız ve film siyasi bir gerilim temeline oturuyor. İlk uzun metrajınızı böylesi bir politik zemine oturtmanızdaki motivasyon ya da sebepler neydi?
Türker Süer: Benim motivasyonum aslında şuydu: Belirli şartlar altında bir insan olmak ne demek, bunu kendimce anlamaya çalışıyordum. Asıl derdim, birbirlerinden oldukça farklı bu iki kardeşin hikâyesini anlatmaktı. Bu toplumda var olabilmek için ikisi de çok farklı stratejilere başvuruyorlar. Ve her ikisi de bunun bedelini ödüyor. Zaten insanların yüzlerini izlemek, o yüzlerde beliren düşünceler ve duygular bana her zaman çok daha ilginç gelmiştir. Fakat tabii ki şu meşhur söz de var: “Hiçbir insan bir ada değildir.” Hepimiz bir bütünün parçasıyız. Yani toplumda yaşanan siyasi gerilimler, ister istemez aileye de yansıyor.
Türker Süer: “Asıl derdim, birbirlerinden oldukça farklı bu iki kardeşin hikâyesini anlatmaktı. Bu toplumda var olabilmek için ikisi de çok farklı stratejilere başvuruyorlar. Ve her ikisi de bunun bedelini ödüyor.”
Hikâyedeki kırılma 2016’daki 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ve o gece yaşanan bulanıklığa, karmaşaya dayanıyor. Bir yandan da bu darbe girişimi ve sonrasında yaşanılanlar Türkiye’nin yakın siyasi tarihindeki en önemli olaylardan. Hikâyenize böyle bir arka plan oluştururken sizi zorlayan ya da düşündüren etmenler nelerdi?
Türker Süer: Bu olayın Türkiye ve Türkiye’nin insanları için ne kadar büyük bir anlam taşıdığının farkındayım tabii ki. Bildiğim kadarıyla da bugüne kadar bu konuyla ilgili ciddi anlamda bir film yapılmadı. Bu yüzden bir sorumluluk hissettim elbette. Ama öte yandan da bir hikâye anlatmak istiyorum ve ilgimi çeken, üzerine konuşmak istediğim meseleler – toplumdaki gerilimler, aşırı öfke, kutuplaşma, herkesin birbirinden şüphe duyması, her şeyin bir anda altüst olabilmesi, güvensizlik, kaos – bütün bunlar o gecenin atmosferinde çok yoğun bir şekilde vardı. İnsani trajediyi bir kenara koyarsak, dramaturjik açıdan inanılmaz güçlü bir zemin. Ana karakterlerimizin dünyası bir anda altüst oluyor ve artık her şeyi, tüm hayatlarını yeniden sorgulamaları gerekiyor.

Filmin arka planında darbe girişiminin gerilimi kendisini hissettiriyor ama filmin merkezinde iki kardeşin çatışması yer alıyor. Film ilerledikçe de Ahmet Rıfat Şungar’ın canlandırdığı Sinan karakterinin inançları doğrultusunda sisteme sorgulamadan uyumlanmış bir karakter olduğunu görüyoruz. Sinan karakteri ya da onun dönüşümü sizce neyi tanımlıyor?
Türker Süer: Ara sıra kendimizi sorgulasak, çok iyi olur bence. Filmde Kenan karakteri Sinan’a şöyle diyor: “Körü körüne itaat edersen, sadece insanlığını kaybedersin.” Peki bizi insan yapan şey ne? Mizoguchi’nin bir filminde bir baba oğluna şunu diyor: “Merhamet olmadan bir insanın vahşi bir hayvandan farkı kalmaz.” Ama Sinan’ın babası ona bambaşka şeyler öğretmiş. Bunlar sorunuzu galiba pek yanıtlamıyor, fakat sorunuzun bende yarattığı çağrışım buydu.
Öte yandan siz Köln’de doğmuş ve Almanya’da büyümüş birisiniz. Dolayısıyla daha multikültürel bir yerden ve daha dışardan bakabilen bir göze de sahipsiniz. Bu durumun bu filmi yapmanıza nasıl bir katkısı oldu?
Türker Süer: Bu çok soruldu bana. “Dışarıdan bakış” terimi aslında tam olarak oturmuyor bence. Ya da belki de sizin söylediğiniz gibi, “daha dışarıdan” demek daha doğru olabilir. Çünkü evet, Almanya’da yaşıyorum, Türkiye’ye sürekli gidip geliyorum, buraylarayla çok derin ve güçlü bağlarım var. Ailem, çok yakın ve sevdiğim arkadaşlarım hep burada. Türkiye’nin siyasi ve kültürel hayatını da bir şekilde paylaşıyorum. Yani bu, aslında bir “içeriden bakış” da diyebiliriz. Fakat, haklısınız, Almanya’da yaşıyor olmam bazı şeylere farklı bir şekilde odaklanmamı sağlıyor. Türkiye’de yaşayan bir yönetmen, aynı hikâyeyi kesinlikle farklı bir şekilde çekerdi. Daha iyi ya da daha kötü demiyorum, ama farklı şeylere odaklanırdı.


Gecenin Kıyısı, Türkiye’de vizyona girdikten sonra ise Türkiye farklı bir siyasi krize daha girdi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınarak tutuklanmasıyla başlayan süreç ülke çapında büyüyen eylemlere sahne oluyor. Keza Avrupa Birliği’ndeki ülkelerden de bu konuyla ilgili birçok açıklama geliyor. Siz bu süreci ve şu andaki Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz?
Türker Süer: Açıkçası Avrupa ülkelerinden pek bir şey beklemiyorum. Şu anda herkes kendiyle meşgul. Avrupa ülkeleri de, tıpkı diğer ülkeler gibi, öncelikle kendi çıkarlarını düşünüyor. Ya da belki şöyle demek daha doğru olur: Kendi dezavantajlarına olmayacaksa ancak o zaman tepki veriyorlar. Evet, bir şeyler söylüyorlar, açıklamalar yapılıyor ama ne denir, “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.”
Türkiye’deki duruma gelirsek: Bir yandan gençler sokağa çıkıyor. Kendi gelecekleri için, adalet için seslerini yükseltiyorlar. Bu beni gerçekten çok etkiliyor. Haklarını cesur, yaratıcı ve barışçıl yollarla savunmaları çok kıymetli. Ama öte yandan kaygılanıyorum da, çünkü devletin tepkisi oldukça sert, ve şiddet içeriyor. Ve bunu hiçbir zaman anlamayacağım. İster kabul et, ister kabul etme, bu gençler bu ülkenin geleceği. Ve bu çok ümit verici. Fakat bu ümitler bastırılıyor ve sindirilmeye çalışılıyor. Yani sanki aynı anda hem çok somut hem sembolik bir şekilde Türkiye’nin geleceğine şiddet uygulanmış oluyor.
Türk sinemasının geçmişine baktığımızda toplumcu gerçekçi gelenek önemli bir yer tutar. Metin Erksan, Yılmaz Güney, Zeki Ökten ya da Erden Kıral gibi isimlerin üretimleri bu doğrultuda olmuştur. Sizce sinemamız politik filmler yapma açısından bir tıkanma yaşıyor mu, yaşıyorsa bunun sebepleri neler?
Türker Süer. Bu konuda kesin bir şey söylemek benim için gerçekten zor. Çünkü Türkiye sinemasının politik film yapma açısından bir tıkanma yaşayıp yaşamadığına dair genelleme yapmak istemem. Çok farklı işler üreten çok değerli yönetmenler var. Ve her dönem kendi yolunu buluyor.

Türk sinemasından Alman sinemasına geçelim. Fatih Akın’ın göç, kimlik, aidiyet ve multikültürel temaları kapsayan filmleri Alman sinemasında alternatif bir yol yarattı. Cem Kaya ve İlker Çatak gibi isimler de benzer bir yoldan ilerliyor. Hatta İlker Çatak’ın Öğretmenler Odası (The Teachers’ Lounge) filmi Almanya’nın Oscar adayı da olmuştu. Siz Türk asıllı Alman yönetmenlerin yükselişini ve bu algıyı nasıl görüyorsunuz?
Türker Süer: Bence bütün bu gelişmeler öncelikle bir normalleşme süreci. Şunu iyi hatırlıyorum: Eskiden bazı Almanlar Türkler için “Almanya’ya entegre olamadılar, kendi paralel toplumlarında yaşıyorlar” gibi şeyler söylerdi. Oysa o dönem Almanya televizyonunu açsan, asıl oradaki filmler başka bir “paralel toplum”u, hatta bir tür fantezi toplumunu yansıtıyordu. Hiç yabancı karakter yoktu. Varsa da genelde klişe rollerdi: Türk ise dönerci, İtalyan ise pizzacı… Sadece bunun için bile Fatih Akın’ın filmleri gerçekten bir kırılma yarattı bence. Almanya’yı ve toplumunu çok daha gerçekçi bir gözle anlatmaya başladı. Ama elbette şu da doğrudur: Her hikâyede illa ki bir “Türk” karakter olması gerekmiyor. Sonuçta anlatmak istediğin mesele neyse, onun peşinden gitmek lazım. Mesela İlker Çatak da Öğretmenler Odası filminde tam da bunu yaptı. Film ne Türkiyeli, ne Almanyalı olmayı merkeze alıyor. Belli koşullar altında insan olmanın ne anlama geldiğini sorguluyor. Ve bence en güzeli de bu.
Son olarak, ikinci film için çalışmalara başladınız mı ve nasıl bir yolda ilerlemeyi düşünüyorsunuz? Teşekkürler, görüşmek üzere. 🙂
Türker Süer: Evet, üzerine çalıştığım yeni projeler var tabii ki, ama şimdiden bir şey söylemek için henüz çok erken. Fakat şunu kesinlikle söyleyebilirim: Türkiye’de bir film çekmek, benim için çocukluğumdan beri kurduğum bir hayaldi. Ve tekrar Türkiye’de çalışmayı, burada film çekmeyi gerçekten çok isterim. İki sene sonra bunu tekrar konuşalım.