DES: Sistemin Karnını Doyuran Toplumun Ayıpları, Kentin Kayıpları

 DES: Sistemin Karnını Doyuran Toplumun Ayıpları, Kentin Kayıpları

Devrim Toyran’ın DES dizisini incelediği bu yazı, Episode’un 23. sayısında yayımlanmıştır

Ölüm, başımıza geleceğinden en çok emin olduğumuz sondur. İrili ufaklı takımadalar gibi bizi kuşatan kaygılarımız arasında sırf yaşamayı unutmayalım diye de en kolay unuttuğumuzdur da odur. Tüm o derin ve yürekten söylenen aminler ise en çok ölümün hayırlısı bizi bulsun diyedir. Bulmuyor işte. Bir anne, havan mermisiyle parçalanan kızının bedenini eteğinde taşımak zorunda kalıyor. 800 haftadır her cumartesi anneler, evlatlarının bir tek kemiğini bulmak için meydanları dolduruyor. Parçalanan bedenleri bavullara, varillere tıkılan (!) kadınların sonu gelmiyor. Kayıplarının yasını tutmayı bile ertelemek zorunda kalarak onlar için hak arayışına giren herkes bu mücadelesini bir gün kazanacak elbet.

ITV’de üç bölümlük mini dizi olarak yayınlanan ve gerçek hayat hikâyesine dayanan DES de işte bu önemli noktaya temas ediyor. Dizi, Londra’da 1978-1983 arasında kaybolan ve daha sonra cinayete kurban gittiği anlaşılan 15 kişinin anısına saygı olarak yazılıyor ve çekiliyor. Nerede oldukları çok da merak edilmeyen, kaybolmalarının peşine düşülmeyen bu 15 kişi için, bazı ailelerin ve devletin adına bir hassasiyet gösterilerek senaryosunun yazılmasına karar veriliyor.

1978 yılında bir apartman dairesinde, atık su borularının tıkanma sebebi olarak bazı kemikler bulunuyor ve bu kemiklerin insana ait olmasından şüpheleniliyor. Apartman sakinlerinden Dennis Nilsen’i sorgulayan polis, Nilsen’in cesedin diğer parçalarının içerideki odada olduğunu söylemesiyle onu hemen gözaltına alıyor. Sorgulama sırasındaki soruları soğukkanlılıkla yanıtlayan Nilsen, 15 veya 16 kişiyi öldürdüğünü, isimlerini hatırlamadığını, öldürdüğü kişilerin ya evsiz ya işsiz ya da uyuşturucu bağımlısı olduğunu da özellikle belirtiyor. 

Barda tanıştığı erkeklere yardım etmek için yaklaşan, onları kandırarak evine götüren Dennis Nilsen, cesetleri evindeki döşemelerin altına saklıyor. Daha sonra yakıyor veya pişiriyor. Yoklukları fark edilmeyen veya izleri sürülmeyen bu kayıplar, işsizliğin, homofobinin ve Thatcherizmin olduğu bir dönemde gey birinin sadece geyleri öldürdüğü bir seri cinayetin kayıpları olarak görülüyor. Oysa seçtiği insanlar erkek olmalarının dışında evsiz, işsiz ve yoksul. 

David Tennant gibi olağanüstü bir oyuncuyu mu yoksa bir seri katili mi hayran hayran izliyoruz duygusunu rahatsız edici buldum

Senaristlerden Luke Neal bir seri katilin hayatını anlatmak için yola çıkmadıklarını söylüyor. Neal, bu projenin, işsizliğin çok fazla arttığı Margaret Thatcher döneminde, şansını Londra’da arayan ve ne yazık ki uyuşturucuyla tanışan, evsiz kalan, kaybolan ve ölenleri anmak için hayata geçirildiğini belirtiyor. Bir katili hatırlamak için değil, ne yapmasına izin verildiğini hatırlamak için diziyi yazdıklarını söylüyor. Dönemin başbakanı Thatcher’ın kabul edilmesi güç, “Toplum diye bir şey yoktur. Birey olarak erkekler, kadınlar ve de aileler vardır,” sözünün aksine toplum olarak birlikte hareket etmenin ve toplumsal duyarlılığın önemine dikkat çekmek istediklerini belirtiyor. 

Peki, bu mesajın verilmesi konusunda DES yeterince başarılı mı? Öncelikle Dennis Nilsen gibi acımasız, narsisist bir seri katili, müthiş bir oyuncuya oynatma fikrini sevmedim. David Tennant gibi olağanüstü bir oyuncuyu mu yoksa bir seri katili mi hayran hayran izliyoruz duygusunu rahatsız edici buldum. Dennis Nilsen’in vahşi ve acımasız zekâsını cilalayan bazı tuhaf sahnelerle karşılaşmak da pek tatsızdı. Sistem eleştirisini bile Dennis Nilsen’e yaptırmak neden?

Sorgu sırasında öldürdüğü insanlar için “Devlet onlar için hiçbir şey yapmadı ve bu kaçınılmaz sona onları devlet gönderdi,” diye bir replik yazarsanız, adam haklı diyen çıkmaz mı? Çıkar. Peki, böyle bir adamı haklı bulma noktasına getirmenize gerek var mı? Yok. Böyle bir adama hak verme noktasına getirirseniz izleyiciyi, onları 40 yıl önce duyarsızlıkla suçladığınız insanlara katmış olursunuz. 

Bu yüzden, ne yazık ki, merkeze Dennis Nilsen’in değil de toplumsal bir meselenin koyulduğuna inanmak çok zor. Bütün spotlar Dennis Nilsen’in ve onu canlandıran David Tennant’ın üzerinde. Zaten David Tennant dışında izlenebilir bir oyunculuk da yok, onun yer almadığı izlenebilir bir sahne de. Üç bölüm değil 20 bölüm de çekilseydi muhtemelen olmayacaktı. 

DES dizisinin bir katil güzellemesine dönüşmemesinin tek nedeni sadece üç bölüm olması.

Killing For Company ismiyle piyasaya sürülen ve Dennis Nilsen’in hayatını ve işlediği cinayetleri konu alan kitabın yazarı Brian Masters, diziye aynı zamanda danışmanlık da yapmış. Proje için bilgi almak istedikleri çoğu kişi artık yaşamadığı için Brian Masters’ın olaylar ve Dennis Nilsen hakkındaki bilgisi senaryoya oldukça katkı sağlamış. Bir röportajla başlayan Brain Master ile Dennis Nilsen arasındaki ilişki, Nilsen’in hapse girmesinden sonra 10 yıl daha devam etmiş. İnsanın aklından, bu kadar uzun süren bir ilişkinin altında gizli bir hayranlık yatıyor olabilir mi diye geçiyor ve az önce söylediklerime dönüyoruz. 

DES dizisi aslında beş yıl önce planlanmış ve David Tennant’a teklif götürdüklerinde oyuncu Broadchurch setindeymiş. Dennis Nilsen’in yaşadığı eve yakın oturan ve o yıllarda 12 yaşında olan David Tennant olayları hatırlıyor. Olayın sosyolojik derinliğinden dolayı da projede yer almayı kabul ediyor. Aslında teklifi kabul etme nedeninin, Dennis Nilsen gibi bir kişiliği canlandırmanın onu heyecanlandırması olduğuna inanıyorum nedense. Bir süre önce David Tennant’ı 2020 yapımı Deadwater Fall’da yine bir katil rolünde izlemiştik. Açıkçası onu tekrar Broadchurch’teki gibi adalet dağıtan bir polis veya avukat olarak görmek istiyorum. Bu kadar katil rolü oynamasındaki eğilimi patolojik olarak değerlendirmeme de az kaldı. 

Londra’da yaşayan biri olarak söylemeliyim ki burada işsizlik, evsizlik meselesi hâlâ çözülebilmiş değil. Thatcher yok ama yine onun gibi muhafazakâr bir lideri var Birleşik Krallık’ın. Aslında hayatın her alanında hiç değişmeyen, dönüşmeyen bir toplumun içinde yaşayıp gidiyor gibiyiz.

DES dizisinin de işsizlik ve yoksullukla mücadele eden, evsiz veya uyuşturucu batağındaki insanları hatırlamak, onların ortadan yok olmasına karşı toplumun duyarsızlığını sorgulamak için çekildiğine inanmak zor. Bir katil güzellemesine dönüşmemesinin tek nedeni ise sadece üç bölüm olması. 

İyi seyirler.

Devrim Toyran

1973 doğumlu. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunu. Yıllardır hep bir şeyler yazmasına rağmen “Yazmak, benim yaşam biçimim,” cümlesini kuramadı gitti. Mali işler kariyerine son verdikten yıllar sonra senaristlik dersi alıp aklını, fikrini bu sektöre yormaya başladı. Londra'da yaşamasıyla İngiliz dizilerine hayranlığının alakası yoktur…

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir