Revolution ve The 100’ın Müzikleri, Gelecek Tahayüllerini Nasıl Destekliyor?

 Revolution ve The 100’ın Müzikleri, Gelecek Tahayüllerini Nasıl Destekliyor?

[highlight]Bu katiyen akademik olmayan yazıda, The 100 ve Revolution özelinde, iki dizide de kullanılan müziklerin bu yapımlarda sergilenen gelecek tahayüllerini nasıl desteklediğini ve bu tahayyülün bir parçası olup olmadığını değerlendirmeye çalışacağım. Her iki dizideki gelecek tahayyülünün müziklerine de sirayet ettiğini söylemekle işe başlayabiliriz…[/highlight]

Bazı film ve dizi müzikleri vardır ki filmin/dizinin anlattığı hikayenin bile önüne geçmiş, en azından onun kadar meşhur olmuştur… Game of Thrones, Sherlock ve daha pek çok dizi için bu söylenebilir. Bu yapımların hikayeleri kadar müzikleri de ön plana çıktı, büyük konserlerde çalındı, yorumlandı…

Geçen yıl okulda “Film Music” başlıklı bir ders almıştım ve sevgili hocam Ufuk Çakmak, daha dersin başında bu alanın oldum olası tartışılan bir sorusunu sormuştu: “İyi bir film müziği, geçtiği sahneyi ya da yer aldığı filmi iyi açıklayabildiği, iyi yansıtabildiği, onu desteklediği için mi iyidir, yoksa iyi bir film müziğini iyi kılan, sadece müziğin kendisi midir? Yani bir film müziği için filmin önüne geçmek ya da onunla eşdeğer hale gelmek sorun mudur?

Ben soruyu eğlenceli bulsam da bunu tartışmayı çok anlamlı bulmuyorum. Çünkü film müziklerini artık filmlerin doğal bir parçası olarak değerlendirmek zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Tıpkı dekor gibi, oyunculuklar gibi, senaryo gibi filme (ya da bizim yazımızda diziye) içkin bir öğedir o filmin müziği de. Ve filmin derdini anlatması noktasında bir araçtır.

Clementine Poidatz’ın iyimserliğinden gerçeklere

Efendim, şimdi bu giriş de ne alaka derseniz, mevzu şu: Malum, son yıllarda gerek sinema gerekse televizyon dünyasında pek çok bilimkurgu yapımı izledik. Bunların da ciddi bir kısmını postapokaliptik yapımlar oluşturdu. Dünyanın geleceğine dair bir iddia taşıyan bu yapımların bir de müzikleri vardı… Bu akademik olmayan yazıda, işte bu müziklerin bu yapımlarda sergilenen gelecek tahayüllerini nasıl desteklediğini ve bu tahayyülün bir parçası olup olmadığına dair değerlendirmeye yapmaya çalışacağım. Bunun için de ağırlıklı olarak The 100 dizisine eğilecek ama arada Revolution‘a da değineceğim.

Bundan 1 yıl kadar önce, yine Episode için Mars dizisi oyuncularından Clementine Poidatz ve yazar Stephane Petranek ile yaptığımız röportajda “Belki Mars’ta ulusal sınırlar da olmaz?” deyince Clementine, “Mars deneyimi fazlasıyla ilham verici olabilir, çünkü bu deneyim öncelikle bir hayatta kalma savaşı olacak. Oraya gidecek insanlar akıllı ve iyimser olmak durumundalar, bir çeşit aile olmaları gerekiyor,” demişti.

The 100 dizisini izlerken aklıma hep Clementine’in bu iyimserliği geldi. Özellikle 2. sezondan itibaren… Diziyi bilmeyenler için kısaca özetleyeyim: Dünyada bir nükleer savaş çıkar, çeşitli milletlerden bir grup insan, yıkımdan hemen önce dünyayı yeniden kurabilmek üzere dizayn edilmiş Ark adında dev bir uzay istasyonuna kaçarlar. Burada insanlık korunacak ve yüzlerce yıl sonra, dünya yeniden yaşanılabilir bir yer olduğunda geri döneceklerdir. Ancak bazı aksilikler sonucunda oksijenlerinin azaldığını fark ederler ve 100 genç mahkûmu -ki bu istasyonda suçun affı yoktur, reşit olmuşsanız uzaya uçurularak idam edilirsiniz- dünyaya göndermeye karar verirler. Böylece hem onlara yeni bir şans verecek hem de dünyanın yaşanılabilir olup olmadığını göreceklerdir. Neticede, 100 genç dünyaya gönderilir ve macera başlar. Ancak işler hiç de Clementine’in iyimserliğini onaylar şekilde gitmez. Tamam, Mars’ta değillerdir belki ama neticede ortada yine bir hayatta kalma savaşı vardır. Buna karşın önce grup içi çekişmeler, sonra da yapayalnız olacaklarını düşündükleri dünyada var olduğunu gördükleri başka insanlarla çekişmeler yaşarlar… İşin ilginç yanı şu ki bu diğer insanlar, çeşitli ulusları oluşturmuşlardır. Kendi dilleri, inanışları, kültürleri vardır. Dünya baştan kurulmuştur ve tüm zorlu hayatta kalma şartlarına rağmen insanlar uluslara ayrılmış, güç mücadelesine girmişlerdir.

Dünya baştan kurulmamış olsa da Revolution dizisinde de benzer bir durum görülür: Elektrik ve elektronik namına ne varsa bir anda kapanmasıyla tüm düzeni yerle bir olan dünyayı anlatan bu dizide, gördüğümüz herkes belki ABD’lidir ama artık hiçbiri bugünkü Amerikan ulusunun bir parçası değildir. Ayrı topluluklar oluşturmuş, sınırlar çizmiş, farklı kültürlere bürünmüşlerdir. Bir noktadan sonra eski ulusu diriltmeye çalışanları görürüz, o ayrı bir mesele ama nihayetinde ulus fikri bakidir. Bana sorarsanız, bu dizilerin ilginç yanı işte budur.

Milliyetçilik çağı, daha uzun yıllar sürecek

Aklıma Benedict Anderson’ın Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması (Metis, 1995) kitabı geliyor. Milliyetçilik üzerine yazılmış önemli bir kitaptır. Orada, hemen kitabın başlarında şöyle diyor Anderson: “Gerçeklik oldukça çıplak: Bunca zamandır kehanet edilen ‘milliyetçilik çağının sonu’ görünürde olmaktan çok uzak. Hatta, ulusçuluk zamanımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeri.” (s. 17)

Burada uzun uzadıya bir milliyetçilik tartışmasına girecek değilim ama başta The 100 ve Revolution olmak üzere dünyanın bir felakete uğradıktan sonra yeniden kurulmasını konu edinen pek çok yapım da aslında bugün hâlâ tıpkı Anderson gibi şunu öngörüyor: Milliyetçilik çağı daha uzun yıllar sürecek. Peki, bu dizilerin müzikleri, bu öngörüyü nasıl destekliyor? Şimdi sorumuz bu… Bu soruya The 100 ve Revolution üzerinden cevap bulacağız.

Kullanılan etnik enstrümanlar bize ne anlatıyor?

The 100‘ın orijinal müzikleri, Tree Adams imzalı. Tree Adams’ın özellikle dizinin 3. sezonu için çıkardığı iş, aslında epey de ses getirdi çünkü hem kullandığı enstrümanların çeşitliliği hem de her bir ulusa dönük ayrı besteler üretmiş olması, The 100‘ın gözlerimizin önüne serdiği gelecek tahayyülünü kulaklarımıza yansıtıyordu… Diziyi izleyenlerin hemen hatırlayacağı Ontari’nin sonunda Murphy ile birlikte olduğu yıkanma sahnesi (S3, B10) vardır örneğin. Pek çok yerde olduğu gibi bu sahnenin müziği için de Tree Adams, bazı ilginç çalgılar kullanmış; şarap şişeleri, su testisi ve bir Tibet kâsesi. Dikkatli dinlerseniz, Roma İmparatorluğu’nda keyif süren ve kölesini kullanan bir efendi hemen gözlerinizin önüne gelecektir… Nitekim, bu sahnede Murphy’nin boynunda bir zincir vardır. Murphy, Ontari’nin tutsağı ve hizmetkârıdır. The 100‘ın gelecek tahayüllünün ilkel ve modern çağların bir karışımı olduğunu düşünürsek bu hiç şaşırtıcı gelmez. Orada teknoloji ile yokluk bir aradadır. Eski ile yeni. Diplomasi ile kavga. Yazı ile söz. İlkel uluslar ile modern uluslar…

The 100‘da ulusları kabaca böyle ayırabiliriz: İlkel uluslar ve modern uluslar. Dünyalılar’ın gök insanları anlamına gelen Skaikru adını verdiği bizim Arkadyalılar ile dünyayı yok eden nükleer savaştan Weather Dağı’nda bir sığınağa saklanarak kurtulan ve insanlığın mirasını (en kötü kısımlarıyla beraber) yitirmemiş Dağ İnsanları’nı bu modern uluslar arasında sayabiliriz örneğin. Buz Ulusu ile Dünyalılar’ı da ilkel uluslar arasında saymamız mümkün. Aralarındaki en temel fark, sanıyorum ilkel ulusların sözel kültüre daha yakın durmaları, diplomasiyle pek aralarının olmaması ve bir karar alırken gelenekleri ve inançlarından sapmamaları… Bununla beraber, bu iki ayrı çağın insanları arasında ittifaklar da kurulduğunu görebiliyoruz. Aslında tüm bunlara şöyle bir baktığımızda, günümüz dünyasının örgütlenme biçimini buluyoruz. İlkel ya da modern uluslar, ulusal çıkarlarının gerektirdiklerini yapıyorlar.

Peki, örneğin Buz Ulusu’nu Dünyalılar’dan ayıran ne? Kuşkusuz coğrafya ve coğrafyanın etkisi altındaki kültür. Buz Ulusu’nun müziğine (internet üzerinden bulabileceğiniz albümde Ice Nation adıyla geçiyor) kulak kabartın: Derinde synthesizer’ın soğuk tınısını duyacaksınız; ona Buz Ulusu’nun savaşçılığına yakışır savaş tamtamları ve büyük davullar eşlik edecek… Eski bir askeri bando, bir destan anlatmaya başlayacak. Burada pek çok etnik perküsyonun da kullanıldığını duyabilirsiniz. Alabildiğine yerel… Bu, The 100‘ın müziklerinde hep var. Etnik enstrümanların kullanımı, dünyanın ilkel ve vahşi halini sırtlıyor, üstelik hâlâ ulusal özelliklerin belirleyiciliğini öngörüyor; bununla birlikte hemen her parçada aralara serpiştirilmiş elekronik öğeler ve synthesizerlar, dünyanın bu halinin düne değil geleceğe ait olduğunun habercisi oluyor.

Bu açıdan Revolution dizisinin Christopher Lennerzt imzalı müzikleri de pek farklı değil. Hatta açıkça folklorik tınılarla karşılaşabiliyoruz. Örneğin, albümde Charlie’s Theme adıyla yer alan parça gerek melodisi gerekse üflemelilerin kullanımıyla insanda sonsuz ve yemyeşil bir çayırda yürüme hissi uyandırıyor. Yine Life After iPhones parçası da Kelt müziklerini andırıyor. Revolution‘da The 100‘dan farklı olarak topluluklara ve uluslara ait besteler olmasa da etnik enstrümanların yoğun kullanımı, bu dizinin de gelecek tahayyülünde ulusal yapının varlığını koruduğuna delalet… Fakat, belki Revolution dizisi teknolojinin çöküşüne dayandığından, The 100‘da duyduğumuz elektronik tınılarla neredeyse hiç karşılaşmıyoruz. Bunda Revolution‘ın yakın gelecekte geçmesinin ve öykünün geçtiği mekânların öyle ya da böyle şu anda da görebileceğimiz mekânlar olmasının etkisi olabilir. Elektronik tınılar, bizi sokağımızdan ve bugünden uzaklaştırır; uzak zamanlara ve bambaşka bir atmosfere taşır. Revolution‘ın buna ihtiyacı yok.

Müzikler, hikâyenin bir parçası

Toparlamak gerekirse, her iki dizinin de müzikleri içerdikleri folklorik tınılar, etnik çalgılarla ulusların varlığını tasdik ediyor. Bu dizilerin gelecek tahayyülünün bu şekilde müziklerine de sirayet ediyor. Fakat The 100‘ın çok ayırt edici bir özelliği daha var: Dizinin müzikleri yer yer hikâyeyle doğrudan birleşiyor. Özellikle 2. ve 3. sezonlar boyunca, ulusların çeşitli törenlerde kullandıkları perküsyonlar ve üflemeliler, dizinin Tree Adams’ın müziklerine katılıyor. Demek ki The 100’ın müzikleri, dekor gibi dizinin bir öğesi olmanın da ötesinde, hikâyenin bir parçası. Böylece hikâyenin gelecek tahayyülünü desteklemekle kalmayıp o tahayüllün bir parçası haline de geliyor. Bu yüzden tavsiyem olsun; The 100‘ı izlerken müziklerine ayrıca kulak kabartın…

Bu yazı, Episode Dergi’nin 9. sayısında yayımlanmıştır…

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir