Psikanaliz: Snowpiercer

 Psikanaliz: Snowpiercer

Esra Koçak‘ın bu Snowpiercer incelemesi Episode’un 22. sayısında yayımlanmıştır

“Kimse yönetime onu bırakmak için geçmez. İktidar araç değil, amaçtır. Kimse bir devrime bekçilik etmek için diktatörlük kurmaz; devrim diktatörlüğü kurmak için yapılır. Baskı kurmanın amacı baskı kurmaktır. İşkencenin amacı işkencedir. İktidarın amacı iktidardır” – George Orwell, 1984

Oscarlı sahibi yönetmen Bong Joon Ho’nun yönettiği aynı isimli sinema filminden uyarlanarak dizileştirilmiş Snowpiercer, postapokaliptik dünyadaki hayatta kalma mücadelesini iktidar ve sınıfsallık çerçevesinden anlatıyordu bize. Bir çeşit iklim felaketi sonrası soğuk nedeniyle yaşanamaz hale gelmiş dünyada son kalan insanları barındıran ve devinimi durmayan bir tren ve vagonları, felaket öncesi dünyadaki kastların yeniden üretildiği yeni bir dünyaya dönüşmüştü Snowpiercer’da.

Snowpiercer modern bir distopya. Bu kez zombiler ya da makineler değil, iklim değişikliği insanın mücadele alanını oluşturur. Ve elbette konu, mücadele edilen şeyden çıkıp insanın insanla mücadelesine dönüşür bir noktada. Dünyada öngörülen her felakette olduğu gibi düşman başta her neyse bir noktada hem dert hem de deva insanın varoluş şekilleri haline gelir.

Tren, rahim ve dünya; adaleti, eşitliği iliklerine kadar isteyen ama aç, mahrum, çaresiz kalma korkuları ile beslediği iktidar nedeniyle bir türlü adalete ulaşamayan ve aç, mahrum ve çaresiz kalan insanlarla doludur

Snowpiercer‘da ölümcül soğuktan kaçmak için sonsuz bir devinimle hareket eden bir trene sığınan insanlar burada dünyadaki sınıflarının çok daha sert bir görünümünü yaşamaya başlarlar. Tren aslında sadece biletli yolcular içindir ve tahmin edilebileceği üzere biletler inanılmaz pahalıya satılmıştır. Öte yandan insanların hayatta kalma dürtüsü, sadece biletli yolculara ayırılmış olan yaşama hakkı silahlı birliklerce korunmasına rağmen onları ezip geçmeye çalışır ve bir grup insan, trene biletsiz binmeyi başarır. Varlıklı, biletli, trenin yönetimi ve onların polisiyle korunan birinci sınıf ile yoksul, biletsiz, trenin persona non grata’ları olan kuyruktakiler arasındaki kontrast ve gerilim Snowpiercer anlatısının temelini oluşturur. 

Tren ve vagonlar sınıfsallıgı anlatmak için en iyi alegorilerden birini sunar bize. En önden en arkaya kadar uzanan yüzlerce vagon, imkânların tepeden aşağı inerken nasıl azaldığını, başların ve ayakların (!) aynı dünyayı ya da aynı treni nasıl da farklı deneyimlediğini anlatmak icin çok iyi bir mekândır. Bu yılın çok konuşulan filmlerinden Platform’da dikey düzlemde sembolize edilen sınıflar, Snowpiercer’da yatay olarak sunulur bize. 

Sonsuz Lokomotif olarak adlandırılan ve asla durmayan bir trenin devinimiyle sonsuza dek çalışacağına ve içindekileri dış dünyanın yaşanılması imkansız soğuğundan koruyacağına inanılan bu tren, bir çeşit rahim fantezisidir adeta. Koruyan, kollayan, besleyen rahim. Bazıları içinse öldüren, aç bırakan, düşman bir rahim. Nasıl iki kardeş, evlat kayıran bir annenin anneliğini farklı şekillerde deneyimlerse trenin ön vagonunun kayırılan yolcuları ile en arka vagonun istenmeden trene binmiş yolcuları da öyledir işte; ön vagondakiler hak ettiklerini yaşadıklarını çünkü iyi birer çocuk olduklarını düşünür, kuyruktakiler ise istenmeden o dünyaya geldiklerinin bilinciyle hem bitmek bilmeyen bir sitem ve öfke barındırırlar içlerinde hem de onları mahrum bırakan analarının soğuk kucağından başka bir yerleri yoktur gidecek. Tren, rahim ve dünya; adaleti, eşitliği iliklerine kadar isteyen ama aç, mahrum, çaresiz kalma korkuları ile beslediği iktidar nedeniyle bir türlü adalete ulaşamayan ve aç, mahrum ve çaresiz kalan insanlarla doludur. 

Trenin somut varlığının yanında trenin sesi Melanie Cavill de bir anne sembolüdür

Bir bebeğin annesinden başka gidecek yeri yoktur çünkü annesi olmayan bir bebek yaşayamaz. Bebek doğduğunda tamamen muhtaçtır, fiziksel ve ruhsal tüm ihtiyaçları bir bakımverenle karşılanmak zorundadır. Bu muhtaçlık ilerleyen zamanlarda bakımverenin kötü muamelesine maruz kalsa bile çocuğun ona isyan etmesini güçleştirir, keza bebek zaten tekinsiz olan o ilişkiyi tamamen yitirmekten korkar. Ve hatta kötü muamele gören bir çocuk, annesine daha az güvenir, onu koşulsuz şekilde sevip koruyacağına zaten emin değildir, bir de isyan ederse onun tarafından sonsuza dek terk edileceğini, sevgiden ve bakımdan mahrum kalacağını düşünmesi şaşırtıcı değildir. Öte yandan sevilmiş, bakılmış, beslenmiş bir çocuk, annesinin onun için orada olacağına güvenir, karşı çıkma gücünü bulabilir kendisinde. Kuyruktakiler kötü muamele gören çocuklar gibi annelerine itiraz etmekte zorlanır, onun cezalandırıcı tutumundan çekinirler. Oysa birinci sınıf yolcuları, annelerinin onları ne olursa olsun besleyeceğine emindir, ilk sorunda kazan kaldırmaları da bundandır işte. 

Trenin somut varlığının yanında trenin sesi Melanie Cavill de bir anne sembolüdür. Neredeyse tüm anneler gibi adil olduğuna emindir Melanie. Süreğen olarak işaret ettiği baba Mr.Wilford’un gücünü de taşır üzerinde. Tıpkı çocuklarını, “Baban ne der?” diyerek korkutan bir anne gibi Wilford’un görünmez personasını sırtına geçirmiş, treni arşınlar sık sık gördüğümüz topuklularıyla. Fallik birer imge olan bu topuklar, fallusu Wilford’un ismiyle üzerinde taşıdığını anlatır sanki bize. Bazı sahnelerde odasına gidip ayakkabılarını çıkardığını ve iktidardan sıyrılıp kendisi olduğunu görürüz, stilettoların fallik yorumunu daha da iyi sunar bize bu sahneler. Melanie adil olduğuna inansa da trende ağır bir kast sistemi vardır ve kendisi de bu sistemin bir numaralı koruyucusudur; soğukkanlı bir katili birinci sınıfın tepkisinden çekinerek serbest bırakması, oysa alt sınıfların suçlularını çekmecelere  -tam bir kötü rahim fantezisinin içine kapatarak- cezalandırması, kurguladığı ve mihmandarlığını yaptığı düzenin adaletsizliğinin trendekilerin yüzüne çarpılması gibidir. 

Düzenin devamı için bir ideoloji kurgulanması şarttır, Wilford/Cavill de kendi düzenleri için kendi ideolojilerini kurgular ve yayınlarlar. Dizideki en vurucu öğelerden biri de trendeki eğitim hakkı olan her çocuğun, daha ilkokul çağlarından itibaren yoğun şekilde bu propagandaya maruz kaldığı gerçeğidir

Melanie, Wilford’un ve propagandanın sesidir. Dünyada olduğu gibi trende de propaganda, iktidarın en önemli araçlarından biridir. Kuyruktakiler açlık, ceza ve yoksunluk tehdidiyle kontrol edilirken ara vagonlardaki orta sınıf ise süreğen olarak sistem propagandası altındadır. Düzenin devamı için bir ideoloji kurgulanması şarttır, Wilford/Cavill de kendi düzenleri için kendi ideolojilerini kurgular ve yayınlarlar. Dizideki en vurucu öğelerden biri de trendeki eğitim hakkı olan her çocuğun, daha ilkokul çağlarından itibaren yoğun şekilde bu propagandaya maruz kaldığı gerçeğidir. Okul, propagandanın ve düzenin çarklarındandır, çocuklarsa gelecek için erkenden seçilip şekillendirilecek bireyler. Ve hatta kuyruktan bazı çocukların seçilerek ön vagonlara alınması hem lokomotifin bekası için iyidir hem de kuyruktakileri sadece sopayla değil, havuçla kontrol etmenin bir yoludur. Meritokrasi imasıyla düzenin adil olduğu fikrini pekiştirmeye çalışan düzen, aslında kendini yeniden farklı şekillerde üretir, kötü durumda olanların bunu hak ettiği için orada olduğu fikrini de ekmektedir meritokrasi fikrini trene sunarak.

Nasıl dünyanın liderleri insanları kötücül ötekilerle yani teröristlerle, düşmanlarla, hasetli komşu ülkelerle korkutur ve kontrol eder, Cavill de tren halkını kontrol etmek için korkuyu sıklıkla kullanır. Zaten dışarıdaki öldürücü soğuk, temel bir düşman figürüdür. Ayrıca düzen olmazsa kaos gelişeceği ve tüm toplumsal dokunun bozulacağına dair bir atıf da tren ahalisinin kontrolünü sağlayan diğer korkudur. Bir sahnede, tevatür olarak konuşulmuş yamyamlık hikâyesinden söz edilir. Ancak bu bir dedikodu değildir, gerçektir. Gerçekten de kuyruktakiler insan yemiştir. Yamyamlığa dair bu söylem, toplumsal düzenin nasıl da dağılabilir olduğunun sembolü gibidir. Kendi türünden bir canlıyı yemek insanın toplumsal dokusunun yok olduğunun en ürkütücü göstergelerinden biridir. İnsanın insanlıktan çıkmasının kanıtı gibidir. Kısıtlı yiyecek kaynağının olduğu trende, başka yamyamlık vakalarının da olduğu kulağımıza gelir dizi boyunca. “Eğer güç kullanılmaz, insanlar denetlenmezse olacaklar bunlardır,” demek gibidir yamyamlığın varlığı. İnsana dair böylesine agresif, korkutucu olguların varlığı, iktidarı pekiştirir.

Snowpiercer izlerken sınıflar ve düzen üzerine tefekkür etme şansı buluyor izleyici

Lacan’a göre çocuğun evreninde başta yalnızca anne ve çocuk varken bir noktada çocuk, annesinin arzusunun yöneldiği babayı algılar. Annesinin arzusunu karşılamanın asla mümkün olmadığını anladığı noktada ise çocuk için simgesel düzen başlar. Simgesel düzen, yaratıcı ve düzenleyici işlev gören babanın adının varlığı ile yani annenin babayı işaret edişiyle mümkün olur. Snowpiercer’da anne (tren/Melanie) süreğen olarak babaya işaret eder (Mr.Wilford), babanın adı trende gerçekten de yasadır. Trende yasa ve ceza vardır, Mr.Wilford’un adıyla uygulanan bu yasaların en sembolik olanı iktidara karşı çıkanların kollarının büyük düşman olan soğuğa maruz bırakılarak dondurulup koparılmasıdır. Böylece iktidar tekil güç olarak kalır, karşı çıkanları kollarını keserek hadım etmiş olur.

Snowpiercer izlerken sınıflar ve düzen üzerine tefekkür etme şansı buluyor izleyici. Ve dünyada var olan düzenin üstüne düşününce şunu görmek mümkün, halihazırda yaşanan hal de trendekinden çok farklı değildir. Temiz suya, sağlık hizmetine, temiz havaya, barınmaya erişim tüm insanların hakkı değildir günümüz dünyasında. Şu anda tüm dünyanın yaşadığı pandemiyi ve hastalanarak ölme korkusunu her insan yaşasa da bir kısım insan, evinden çalışma şansına sahipken işçi sınıfı her gün toplu taşımaya binerek kalabalık işyerine gider ve tüm gün risk altında çalışır. Bir grup çocuk, online eğitim alırken bir grup çocuğun böyle bir şansı da evinde bir bilgisayarı da yoktur. Böyle bakınca aslında bir distopyada yaşayan milyarlarca insan olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü bir grup insan bir ütopya yaşıyorsa bunun sonucunda muhakkak bir distopya yaşayan milyonlar yaratılıyordur.

Editör

Aralık 2016'da yayın hayatına başladı. Spinoff'u, prequel'i, sequel'i, remake'i, eşi benzeri muadili olmayan, Türkiye'nin tek DİZİ KÜLTÜRÜ dergisi ve web platformu...

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir