Bülent Emrah Parlak: “İnsan, gülmek ister”

 Bülent Emrah Parlak: “İnsan, gülmek ister”

Onur Bayrakçeken’in Bülent Emrah Parlak ile yaptığı bu röportaj Episode’un 26. sayısında yayımlanmıştır.

Çok Güzel Hareketler Bunlar yıllar önce yayınlanmaya başladığında birçok genç oyuncuyu da hayatımıza soktu. Hepsi ayrı yeteneklere sahip, BKM tedrisatından geçmiş bu oyuncular arasında Bülent Emrah Parlak kuşkusuz en çok öne çıkanlardan biri oldu. Çok Güzel Hareketler Bunlar’dan önce de Mavi Gözlü Dev, Bir Demet Tiyatro, Organize İşler gibi yapımlarda çeşitli rollerde karşımıza çıkan; sonra ise Ankara’nın Dikmeni, Familya, Küçük Şeyler gibi dizi ve filmlerde gördük onu. Birçok diziye de konuk oyuncu olarak katıldı. 

2017’de Tiyatro Bal Porsuğu’nu kuran, bu yıl bir de Kertenkele Savunması adında bir öykü kitabı çıkaran Bülent Emrah Parlak son olarak BluTV’nin Acans dizisinde karşımıza çıktı. Muhalif kimliğini de gizlemekten çekinmeyen oyuncuyla Acans dizisini ve kariyerini konuştuk.

Çok samimi ve keyifli bir röportaj oldu, dilerim siz de benim röportajı yaparken aldığım keyfi aynıyla alırsınız. Keyifli okumalar…

Fotoğraflar: Sinem Yazıcı

Çok klasik olacak ama pandemi süreciyle başlayalım istiyorum. Nasıl geçiyor, hayatınızı nasıl etkiledi bu süreç? 

Pandemi, herkesin hayatını olduğu gibi benimkini de değiştirdi. Sosyal hayatımız kalmadı ama başlarda bunu avantaja çevirmekle ilgili birçok fikir geliyor insanın aklına tabii. Nedir? Daha çok kitap okumak, daha çok film izlemek, yeni projelere yönelmek… Hâlâ yeni projeler üzerinde çalışıyorum. Bu açıdan güzel, keyifli ama insanlar ölüyor. Ayrıca evde olmayı severim ama sürekli evde olmak gerçekten çok sıkıcı. 

Bir yerden eve dönmek güzel…

Evet. (Gülüyor) Yurtdışında yaşamakla ilgili de, “Yurtdışına tatile gitmek güzel, yaşamaya gittiğinde sıkıntı olabilir,” derler ya hani… Onun gibi, eve dönmek güzel. Sürekli evde olmak güzel değil. 

Yine de bu süreci verimli geçirdiğimi düşünüyorum. Daha sonraki tarihlerde çıkarmayı planladığım kitap fikrini hayata geçirebildim. 

Pandemi sırasında mı yazdınız kitaptaki öyküleri?

Evet, pandemi sırasında yazıp bitirdim. Önceden yazdığım öyküler de vardı ama onların da üzerinde tekrar çalışmam, düzenlemem gerekiyordu. Aldığım notlar vardı… Dört beş ay gibi sürede hepsini düzenledim, yeni öyküler yazdım ve Kertenkele Savunması kitabı ortaya çıktı. 

Geribildirimlerden memnun musunuz? 

Çok memnunum, mutluyum. Gerek arkadaşlarımın ve yakın çevremin gerek edebiyat alanında ehil büyüklerimin yaptığı yorumlar beni çok mutlu etti.

Kertenkele Savunması’nı hiç bilmeyen birine kısaca nasıl anlatırsınız?

Altı öyküden oluşan, eğlenceli bir kitap diyebilirim Kertenkele Savunması için.

Bülent Emrah Parlak

“Biraz hareketli bir ilkgençlik ve gençlik dönemi geçirdim. O süreç içinde de her zaman aklımda tiyatro vardı…”

Peki, şimdi ta en başa dönmek istiyorum. Tiyatroyla nasıl tanıştınız? Anadolu Üniversitesi’ni bırakıp Haliç Üniversitesi’nde konservatuvar eğitimine başlamışsınız… Bu kararı vermenize yol açan neydi? 

Aslında biraz hareketli bir ilkgençlik ve gençlik dönemi geçirdim. O süreç içinde de her zaman aklımda tiyatro vardı, kurslara da gidiyordum. Fakat hayatın yoğunluğu ve bir türlü karar verememem, yaşımın ilerlemesine neden oldu. Devlet konservatuarlarında yaş sınırının 21 olduğunu da tam 21 yaşındayken öğrendim. (Gülüyor) Bu yüzden devlet konservatuarlarının sınavlarına girmedim çünkü zaten almayacaklardı yaşımdan dolayı. O dönem Haliç Üniversitesi Konservatuar Fakültesi ikinci senesindeydi, annemin vasıtasıyla orayla tanıştım. Aslında annem teşvik etti biraz oraya girmemi. “Sen gir, ben masraflarını karşılayacağım,” dedi. Vakıf üniversitesi bunlar sonuçta, paralı. 

Annenizin teşvik etmesi ilginçmiş. Genelde aileler karşı çıkar. 

Evet, değil mi? Benimki destek oldu, o konuda şanslıydım. Onun da desteğiyle Haliç Üniversitesi’nin konservatuar sınavına girdim ve burslu kazandım. O dönem kadrosu da çok güzeldi Haliç Üniversitesi Konservatuar Fakültesi’nin, hatta dönemin en iyisiydi, bölüm başkanı Müşfik Kenter’di. 

İlk sahne deneyiminizi hatırlıyor musunuz?

İlk defa ilkokulda sahneye çıktım. İlginç bir deneyimdi, anlatayım. Ben ele avuca sığmaz bir çocuktum. Hiperaktivite pek bilinmiyordu o zaman ama bir süre sonra iş çığırından çıktı ve annemler beni doktora götürdü, sonuçta hiperaktif olduğum ortaya çıktı. İlkokulun son senesinde de mezuniyet gösterileri yapılacaktı ve bu çalışmalara katılanlar derslere girmek zorunda değildi. Ben de tiyatroyu seçtim, tiyatroya katılmak istedim ama beni sınava almadılar çünkü adım çıkmıştı, “Burayı da karıştırır bu,” dediler. Fakat tiyatro sınavını okul öğretmenleri yapmıyordu, okulun dışarıdan anlaştığı tiyatrocu abiler yapıyordu. Oyunda da bir kadın, bir de erkek başrol vardı. Kadın başrolü buldular ama erkeği bulamadılar. İkinci bir sınav yaptılar, ona da katılmak istedim ama beni yine almadılar. Bu sınavda da erkek başrolü oynayacak kimseyi bulamayınca bu sefer mecburen beni sınava aldılar ve performansımı beğenince rolü bana verdiler. 

Nasıl bir roldü?

İlerici bir köy öğretmenine deli raporu vermeye çalışan kötü bir psikiyatrdı. O yaşlar için çok enteresan bir rol ve oyundu bence. Güzel bir oyundu. 

Kariyerinizdeki en önemli kırılmalardan biri herhalde BKM’yle tanışmanızdı. BKM’nin artık Türk tiyatrosunda önemli, kendi tarzına sahip bir okul olduğunu söyleyebiliriz. BKM’yle nasıl tanıştınız ve BKM, özellikle Yılmaz Erdoğan ile çalışmak size neler kattı?

BKM ile temasa geçtiğimde konservatuar üçüncü sınıftaydım. Her konservatuar öğrencisi üçüncü, dördüncü sınıfa geldiğinde evde boş boş tavana bakıp hayata dair kaygılanır ve sonra da geleceğine dair hayal kurmaya başlar. İşte, o sıralarda bir arkadaşımın tavsiyesiyle hiç de bilmediğim CV işlerine girdim. Farklı farklı tiyatrolara CV verip duruyordum. Açıkçası oynadığım birkaç ufak tefek rolü de biraz büyütmüştüm CV’de. (Gülüyor) Özgeçmişimi verdiğim tiyatrolardan biri de BKM’ydi. CV’mi teslim etmek üzere BKM’ye gittiğimde kapıda BKM’ye sık gidenlerin çok iyi bileceği, hâlâ orada çalışan güvenlik görevlisi Hüseyin vardı. Daha gençti tabii o zamanlar. “Buyur,” dedi beni görünce. “CV vermeye geldim,” dedim. “Hangi takımlısın?” diye sordu. Eyvah dedim içimden. (Gülüyor) Tabii yalan söylemeyezdim, “Beşiktaşlıyım,” dedim. “Hah, iyi, ben de Beşiktaşlıyım. Gel o zaman sana bir kıyak yapayım,” dedi. Birlikte yukarı, CV’lerin olduğu odaya çıktık. Bir yığın dosya vardı, benim CV’mi aldı, dosyaların en üstüne koydu. “Bir okul açacaklar, işine yarar senin,” dedi. Açıkçası pek ümitlenmedim ama, “Vay be, adama bak, ne güzel,” dediğimi hatırlıyorum. Meğer gerçekten de o dönem BKM içinde bir okul açma girişiminde bulunmak istemiş Yılmaz (Erdoğan) abi. Ama bu okula alacağımız kişileri bir duyuruyla seçmeyelim, yoksa burası insan seline döner ve biz de tam teşekküllü bir sınav yapamayız diye düşünmüşler. Bu yüzden ilk sınıfı gelen CV’lerden seçmeye karar vermişler. Tabii CV’lerin olduğu klasörü bir açıyorlar, en başta benimki var… (Gülüyor) Herhalde beğenmişler ki beni de seçtiler. 

Bir de futbol taraftarlığı boş iş derler…

Buyurun, Beşiktaş’ın bana bir faydası! (Gülüyor) 

“Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada gülme eylemi çok pozitif bir eylem ve insanın en büyük amaçlarından biri. İnsan, gülmek ister.”

Çok Güzel Hareketler Bunlar ile ün kazandınız ama öncesinde de birçok yapımda rol aldınız. Organize İşler ve Mavi Gözlü Dev gibi filmler… Bir de Bir Demet Tiyatro. Sizin için, ÇGHB’ye kadar kariyeriniz için hangileri özel bir yerde duruyor? 

Mavi Gözlü Dev beni çok heyecanlandırmıştı. Benim için özel bir yeri var fakat etki olarak hiç beklemediğim bir şekilde Kurtlar Vadisi… 53. bölümde bir sahne oynadım, sadece bir sahne, sürekli paylaşıyorlar, “Tanıyabildiniz mi bunu?” diye. (Gülüyor) Gerçekten tanınmaz haldeyim orada. Bir polis memurunu oynuyorum ve saçlarım kısa, sakalım yok… (Gülüyor) 

ÇGHB yayınlandığı günden itibaren hep büyük ilgi çekti. ÇGHB’nin bu kadar sevilmesini sağlayan neydi sizce?

Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada gülme eylemi çok pozitif bir eylem ve insanın en büyük amaçlarından biri. İnsan, gülmek ister. Sokrates, mutlu olmayı erdemle tanımlıyor mesela. Mutlu olma çabasını erdemle birleştiriyor. Bugün erdem, o dönemle aynı şeyi ifade etmiyor belki ama Sokrates’in bu birleştirmesi beni hep etkilemiştir, düşündürmüştür. Mutlu olmanın da karşılığı gülme eylemi. Gülmeyi seviyoruz. Bizim ülkemizde bunun birçok çeşidi oldu. Geleneksel Türk tiyatrosundan alın bugüne kadar getirin… Bir sürü tiyatro, kişi, yapı hem toplumu uyandırma servisi olarak hem de eğlence olarak gülme eylemini önümüze getirdiler. Televizyona geldiğimizdeyse Devekuşu Kabare, Olacak O Kadar, Bir Demet Tiyatro gibi örneklerle bu sürdü. Birçok ekip bizi televizonda da güldürdü. Biz de o ekiplerden biri olarak ortaya çıktık. ÇGHB’ın çok sevilmesinin en önemli nedeni de bence geleneksele öykünüp kendi üslubunu oluşturabilmesi. Geleneksel olanla dönemin mizahını bir araya getirebildi ÇGHB

“Orta ya da düşük gelirli ailelerin çocukları olarak da zor şartlarda mizahın nasıl güneş gibi parladığını fark etmiş gençlerdik. Çok Güzel Hareketler Bunlar‘ın başarısı, onunla ilgiliydi.”

ÇGHB’de tiyatro seyircisine olduğu kadar, belki daha fazla, televizyon seyircisine de hitap ediyordunuz. Bu zor bir şey değil mi? Bir skeç yazarı ve oyuncusu olarak size göre hem tiyatro hem televizyon seyircisine hitap edebilmenin zorlukları ve püf noktaları nelerdir?

Tabii, tabii; zor bir şey. Bunları hep düşünüyorduk zaten ÇGHB’yi yaparken. Bize hep gerçeğe yakın ödevler verirlerdi, gerçek hayat ödevleri yapardık. Yılmaz abi, “Gerçekte çok komik şeyler var. Şakayı Kripton’da aramayın, gerçekte arayın. Bir yerinizden şaka uydurmayın,” derdi. Biz de kimimiz alaylı, kimimiz öğrenci, hayatın içinde hep zorluklarla karşılaşmış ama seçilmiş, mizah duygusu güçlü gençlerdik. Sürekli sokakla temas halindeydik. Zaten üç sene boyunca BKM Mutfak’ta sahne almıştık, antrenmanlıydık yani. E, hepimiz BKM çevresinde oturuyorduk. Orada yaşıyorduk. O mahallenin, Beşiktaş Çarşı’nın çocuğu olmuştuk. Orta ya da düşük gelirli ailelerin çocukları olarak da zor şartlarda mizahın nasıl güneş gibi parladığını fark etmiş gençlerdik. ÇGHB’nin başarısı, onunla ilgiliydi. Onu da televizyondan da verseniz sahneden de verseniz insanlar sizinle ortaklık duygusu kuruyor; çünkü kendi hayatlarında hep dile getirmek isteyip dile getiremediklerini dile getiriyorsunuz. 

Peki, ÇGHB’de yazdıklarınız ve oynadıklarınız arasında unutamadığınız skeçler hangileri? 

Murat Eken’in yazdığı “İndirim Günü” skeci vardı, onu unutmam hiç. Tavandan iplerle inmişlerdi arkadaşlar. (Gülüyor) “Simit” skeci vardı bizim, onu da hiç unutmam. Çok eğlenirdim oynarken. Tabutçu karakterini çok severek oynuyordum, onu söyleyebilirim. Hacı Amca’yı yine çok keyifle oynardım, seyirciler de çok severdi onu. 

Sizi ÇGHB’den sonra birçok projede gördük ama başrolü oynadıklarınız genelde filmlerdi. Dizilerde daha çok konuk oyuncu oldunuz. Bu sizin tercihiniz miydi yoksa şartlar mı öyle gelişti? 

Ankara’nın Dikmeni diye bir dizi yaptım, onun başrolündeydim. Ama onun dışında genelde hep konuk oyuncu olarak girdim çıktım dizilere, evet. Bu genelde benim tercihimdi. Ukalalık olarak algılanmaz umarım ama yer alacağım projeler konusunda seçici olmaya çalışıyorum. Tabii ülkemizde bazı dinamikler ters işliyor, onun sıkıntılarını yaşamadım değil. Sizi dram oyuncusu ya da komedi oyuncusu diye kodluyorlar ve teklifler de ona göre geliyor. Ben ÇGHB’de oynarken komedi popüler bir türdü. Sonra yavaş yavaş reyting meselesi içinde kayboldu, dram öne çıktı. O zaman siz de drama geçmek istiyorsunuz ama bu geçiş kolay olmuyor. Yapımcılar sizinle daha önce ağırlıkla dram oynamış bir oyuncu arasında kalınca sizi seçmiyorlar. Bir komedi işi için de beni tercih ediyorlar mesela. Bizde pek risk almıyor yapımcılar yani, denemiyorlar. Halbuki yaratıcılık, denemektedir. Bu biraz kapitalizmin doğasıyla alakalı sanırım. Çok hızlı bir tüketim kültürü var ve bu hızlı tüketim kültüründe kimse yeni bir şeyler deneyerek risk almak istemiyor. 

Bazı Yeşilçam oyuncuları, “Ben hep iyi karakter oynamak istemiştim ama beni hep kötü adam yaptılar,” diye röportajlar veriyor ya yıllar sonra… Sizde de böyle bir durum var mı? Yani ileride, “Ben hep mafya babası oynamak istemiştim ama komik komik roller verdiler,” diyecek misiniz?

Yok, ben komedi oynamaktan çok keyif alıyorum. Ama arada sert karakterler ya da dram oynamak istediğim dönemler oldu. Ben konservatuarda hiç komedi oynamamıştım, hep dram oynadım ve o yönüm güçlüydü. Dönem dönem yine dram oynamak istediğim oluyor, arada birkaç proje de oldu böyle. Ama galiba seyirci de sizi alıştığı rollerde görmek istiyor genelde. Ben sokakta ya da taksiye falan bindiğimde çok sohbet ederim insanlarla, arada yoklarım onları. “Dram yapacağım,” derim mesela. “Aman abi, gülüyoruz biz sana, ağlatma bizi, ne gerek var!” diyorlar genelde. (Gülüyor)

“Herkesi ilgilendiren bir konuda bir şey söylediğinizde, başkaları ise sessiz kaldığında elbette yalnız hissediyorsunuz. Neden sen de sesini çıkarmıyorsun? Hepimizin çocuğu var, bu ülke çocuklarımıza kalacak.” 

2017’de Tiyatro Bal Porsuğu’nu kurdunuz. Türkiye şartlarında tiyatro kurmak biraz Don Kişotluk değil mi? Altından nasıl kalktınız? 

Altından kalkabildim mi bilmiyorum ama pandemi süreci başlamadan önce işleri düzeltmiştik, şahane gidiyordu, salonlarımız doluyordu. Pandemi maalesef herkesi olduğu gibi bizi de biraz hırpaladı. 

Bal Porsuğu ismi nereden çıktı, onu da sormak istiyorum. Çok tatlı. 

Bundan yıllar önce bir belgesele denk geldim televizyonda, “Dünyanın en cesur hayvanı hangisi?” diye soruyordu. “Aslan mı? Hayır. Kaplan mı? Hayır,” derken dikkatimi çekti. “Bal porsuğu!” deyince de merak ettim iyice, neymiş bu hayvan diye. Oturdum, tamamını izledim belgeselin, ondan sonra da bal porsuğuna hayran oldum. Çok enteresan özellikleri var. Korku hormonu olmayan tek hayvanmış mesela. Kendi başına ormanda racon kesen, kendi başına yaşayan, kafasına göre takılan bir hayvan. Ormanın kurulu düzenini bozuyor, dişisiyle bile sadece çiftleşmek için bir araya geliyor ve çiftleştikten sonra birbirleriyle kavga edip ayrılıyorlar. Kobra yılanı yiyor, yılan onu bazen zehirliyor ama o zehir bunun hoşuna gidiyor, kafası güzel oluyor falan. (Gülüyor) Değişik, başına buyruk, asi bir hayvan. Avrupa ve Latin Amerika’da bazı taraftar gruplarının, sanat çevrelerinin, dergilerinin sloganı, ismi ya da logosu bal porsuğu. Ben de kendimi hep kartalla özdeşleştirirdim; hem Beşiktaşlı olduğum için hem de özgürlük duygusuna bağlılığımdan. Bal porsuğu da en az kartal kadar kendimi özdeşleştirdiğim bir hayvan oldu. Tiyatro kurarsam adını bal porsuğu koyacağım diye karar vermiştim, tiyatroyu kurunca da adını bal porsuğu koydum. 

Özgürlük demişken politik kimliğini gizlemeyen birisiniz. Güncel konularda da hiç sessiz kalmıyor, iktidarı açıktan eleştiriyorsunuz. Bu duruşunuz mesleki anlamda sizi zora sokuyor mu? Bu yüzden iş kaybettiğiniz, ambargo yediğiniz oldu mu?

Oldu, oluyor ama bazen de olmuyor. Türkiye’nin gündemi gibi yani, konjonktürel. Bu konuyla ilgili konuşulacak çok şey vardır muhakkak ama şunu söylemek istiyorum: Ben bu ülkeyi gerçekten çok seven ama bu ülke insanının yaşam şartlarının çok daha iyi olabileceğine yürekten inanan bir insanım. Vatanımı çok seviyorum. Ülkemle ilgili de söyleyecek bir sözüm var, bu sözün de ideolojik bir altyapısı var. Bunun, insan olmanın gereği olduğunu düşünüyorum. Bu benim fikrim ama bunu söyleyince bazı kesimlerin zoruna gidebiliyor. Fakat şöyle bir gerçek var: İnsanlar, bir yere bağlı olsalar bile birey olarak doğrunun, dürüstün nerede olduğunu görüyorlar.

Yalnız kaldığınızı hissediyor musunuz hiç?

Tabii, hissediyorum. Ama bunu kişiselleştirmediğim için yalnız kaldığımı hissettiğim an bir saniye falan sürüyor. Bu toplumsal bir mesele, bence biz ülke olarak yalnız kaldık. Bu ülkenin iyi düşünen insanları yalnız kaldılar, benim yalnız kalıp kalmamam bir şey ifade etmiyor. Ama herkesi ilgilendiren bir konuda bir şey söylediğinizde, başkaları ise sessiz kaldığında elbette yalnız hissediyorsunuz. Neden sen de sesini çıkarmıyorsun? Hepimizin çocuğu var, bu ülke çocuklarımıza kalacak. 

“Herkesin beni sevmesini beklemiyorum. Özellikle sömürü sistemine ve gericiliğe hizmet eden kimselerin beni sevmemesinden onur da duyarım.”

Bazen siyasi iklim, olduğundan da sert bir hale geliyor. Sizin de sosyal medyada ya da yandaş yazarlar tarafından hedef gösterildiğiniz oldu. Bunlar sizi korkutuyor mu? Kızınız da var…

Korku, hepimizin çok yakından tanıdığı ve çok anlaşılabilir, insani bir duygu ama geleceğe korkuyla bakarsak daha çok korkacağımız günlerin geleceğini düşünüyorum. Zaten az önce de söyledim ya, insanlar doğrunun nerede olduğunu görüyor. O söylediğiniz hedef göstermelerin çoğunun sokakta karşılığı yok. Bu yüzden korkmuyorum. Onların çoğu troll saldırıları. Halkta karşılığı olduğu zaman oturur düşünürüm. “Acaba bazılarının değerleriyle ilgili bir hata mı yaptım? Ahlaksızlık mı yaptım?” diye kendime sorarım. Ayrıca bazılarının hoşuna gitmeyecek şeyleri de söyleyebilirim. Herkesin beni sevmesini beklemiyorum. Özellikle sömürü sistemine ve gericiliğe hizmet eden kimselerin beni sevmemesinden onur da duyarım. Sevmelerine gerek yok. Ama bu ülkenin doğusundan batısına her yerine turneye gidiyorum. İdeolojik yapısı bana karşıymış gibi görünen kişilerin, toplulukların yaşadığı yerlere de gidiyorum ve bir kere bile sıkıntı yaşamadım. En fazla, “Seninle aynı görüşte değilim ama seni seviyorum,” demişlerdir. Bundan daha öte bir tepkiyle karşılaşmadım. Bu asla karşılaşmayacağım demek değil ama karşılaşırsam da bu benim hatam mı yoksa örgütlü bir sabotaj mı diye düşünürüm. Onu düşündükten sonra karar veririm. 

Tiyatrodan uzaklaştık biraz, geri dönelim. Bir süre Bülent Beyin Hikâyesi oyununu sergilediniz. Beğenildi ve ödüller de aldınız. Bize bu oyundan biraz bahseder misiniz? Bir de tamamen sona mı erdi yoksa pandemiden sonra devam edecek misiniz?

Pandemiden sonra devam edecek. Bülent Beyin Hikâyesi’nde iki kişiyiz aslında. Sahnede ben varım, bir de dışses var. Onun dışında diğer oyuncular dijital kayıtlarla katılıyor. Bedenin uzuvlarını oyun kişisi haline getirsek nasıl olur diye bir fikir vardı aklımda, Bülent Beyin Hikayesi o fikirden doğdu. Ferhan (Şensoy) abinin epik tiyatro anlayışını çok severim, dünyadaki örneklerini de severim, ona yakın bir şeyler yapmak istiyordum. Ulan İstanbul dizisinin yazarı, birlikte Familya dizisini de yaptığımız yakın arkadaşım Uğraş Güneş’e bu fikri anlatınca o yazmak istedi. Yaklaşık altı aylık bir süreçte metin ortaya çıktı. Tabii bu sırada karaciğeri kim oynar, böbreği kim oynar, kalınbağırsağı kim oynar, penis kim olur, popo kim olur diye düşünürken çevremizdeki arkadaşlardan da örnekler geliyordu. Açıkçası o örneklerle çok da eğleniyorduk. (Gülüyor) Sonunda kimlerin rol alacağını seçtik, onlar da fikri çok sevdiler ve oyunda yer almayı çok istediler. Bedirhan Güzel, onların oynadığı kısımları çekti ve montajladı. Sahnede onların bu kayıtlarına karşı oynuyorum. Bülent Bey diye bir adam var oyunda, ben o adamın beyniyim. Oyun boyunca adamın başına bir şeyler geliyor ve bu başına gelenlere karşı uzuvları nasıl tepki veriyor, onu görüyoruz sahnede. Değişik bir oyun. 19. Direklerarası Seyirici Ödülleri’nde, Özgün Yeni Oyun ödülünü aldık. 

Acans niş bir yerde duruyor ama yerel nüveler de barındırıyor. Benim karakterim, Tuncay, dizinin o tarafını güzel yansıtıyor mesela.”

Sizi son olarak BluTV’nin Acans dizisinde görüyoruz. Önce şunu sorayım: Malum, televizyon dizilerinin bölüm uzunluğu ülkemizde iki üç saati buluyor. Dijital platformlardaysa durum böyle değil. Bu yüzden sektör çalışanlarının daha rahat şartlarda çalıştığı düşünülüyor. Bu doğru mu? Dijitale iş yapmak televizyona iş yapmaktan daha mı kolay ve insani? 

Evet, öyle. Diğer dizileri bilmiyorum ama kendi deneyimim için bunu söyleyebilirim. Acans’ın yapımcılığını Ali Yorgancıoğlu yaptı ve sette çok insani koşullarda çalıştık. Çok kısa bir süre içinde de on bölüm teslim edildi. Neden? Çünkü en fazla 25 dakika sürüyor bir bölüm. Tabii yine bazı şartlar var: On bölümü ne kadar kısa sürede çekersen o kadar iyi ama bu zulme dönüşmedi, gerçekten insani şartlarda çalıştık. Tabii dizimiz tek mekânda geçiyor. Oradan oraya koşturmamız gerekmedi bu yüzden. Belki diğer dizilerde şartlar farklıdır, onu bilemiyorum. 

Peki, oyunculuk tekniği açısından dijital projelerle geleneksel projelerin farkı ne? 

Şu anda bir fark görmedim ama tabii sansür televizyondaki kadar olmadığı için daha rahat hareket edebiliyorsunuz. İçki, sigara içebiliyorsunuz, küfür edebiliyorsunuz falan. En azından komedi açısından bu çok büyük bir konfor. 

Bizde komedi dizileri, sit-comlar hep çok sevilir. Fakat Acans sanki alıştığımız komedilerden farklı, mockumentary gibi biraz. Kimileri tarz olarak The Office’e benzetmiş… Siz, birine Acans’ı tavsiye edecek olsanız nasıl anlatırsınız bu işi? 

Diziyi Ayberk Çınar yazdı, çok sevdiğim ve birkaç yıldır çalışmak istediğim genç bir arkadaşımız. Kendine has bir tarzı, dili vardır. Normalde de çok güldürür beni Ayberk, değişik bir arkadaştır. Onun dili için izlenebilir Acans. En azından ben onun dili için izlerdim. 

Senaryoyu aldığınızda sizi Acans’a dair en çok heyecanlandıran şey ne oldu?

Dijital platformda ilk işim Acans. Her şeyden önce bunu deneyimlemeyi çok istiyordum. Ayberk’in yazdığı senaryoda oynamak da beni çok heyecanlandırdı. Zaten senaryo yazım sürecine hep beraberdik. Diğer oyuncuların haberi yok bundan. (Gülüyor) 

İnsanlar çok çeşitli şeylere gülebiliyor. Absürt bir diyalog, geğiren bir kadın, küfür, kelime oyunları, bir jest ya da mimik… Acans, nasıl bir komedi izleyicisini hedefliyor?

Acans niş bir yerde duruyor ama yerel nüveler de barındırıyor. Benim karakterim, Tuncay, dizinin o tarafını güzel yansıtıyor mesela. Reklam sektörü içinde başkalaşmış biri ve uzaktan bakınca “cool” duruyor ama yaklaşınca içinden bir “hırt” da çıkabiliyor. (Gülüyor) O bakımdan Acans, birçok farklı kesime hitap edebilir. 

Bir komediyi “iyi” yapan nedir sizce? 

Komediyle ilgili çok tarif vardır ama benim en çok hoşuma gidenlerden biri şu: Herkesin aklından geçeni o anda söyleyen kişiye komedyen denir. Komedyen bir şey söyler ve siz, “Ah, benim aklımdan geçmişti bu!” dersiniz. İyi komedi, bunu yapabilen komedidir bence. 

Acans’ta Tuncay karakterini canlandırıyorsunuz. Bize karakterinizi birkaç cümleyle anlatabilir misiniz? Kimdir Tuncay? Size hangi açılardan benziyor? Gördüğüm kadarıyla onun da bir “semt delikanlısı” havası var, sizin de…

Evet, o aslında bir kod. Benim de sevdiğim ve bana yakıştırıldığını bildiğim bir kod. Genelde kullanıyorum onu. Bizde vardır bu kod… “Ben de bu mahallenin çocuğuyum,” demek isteriz. Mesela çok Batılı biri vardır, Rober Kolej’de okur falan ama tribüne gider. Tuncay’da da var bu kod tabii ki. 

Acans’ta ajans ortamının eğlenceli tarafını görüyoruz ama ajanslardaki tuhaflıklara da göndermeler var. Ben şunu merak ediyorum, diziye çalışırken ajans hayatını araştırdınız mı ve oyuncu olmasanız bir ajansta çalışmak ister miydiniz yoksa görünen yüzünün ardında büyük zorluklar var mı? 

Çok yapabileceğim bir iş değil ama zorda kalmış olsam ajansta çalışabilirdim herhalde. Biz zaten diziyi gerçek bir ajansta çekiyoruz. Ajansın çalışanlarıyla da arkadaş olduk ve rollerimizi çalışırken onlara da çok danıştık. “Oluyor mu? Hareketlerim, tavrım reklamcıya benziyor mu?” diye sorduk. Hepsinden de onay aldım yani olumsuz bir eleştiri varsa onlara paslıyorum. Onlara sorun hesabını. (Gülüyorum) 

Acans’ta Algı Eke ve Derya Alabora’yla başrolü paylaşıyorsunuz. Onlarla çalışmak nasıl, set dışında da görüşüyor musunuz?

Görüşüyoruz tabii. Derya Hanım zaten daha önceden de tanıdığım, sevdiğim, izlemekten çok keyif aldığım önemli bir oyuncu. Onunla oynamak çok özel bir deneyim. Ayrıca dizinin iki yönetmeninden birinin, Can Yücel’in annesi. Can Yücel de benim tribünden çok eski arkadaşım. Oradan da bir bağımız var. Algı Eke şahane bir partner. Türkiye’de komedi refleksi de olabilen yegâne oyunculardan. Onunla oynamaktan da çok keyif aldım. 

Acans’ın devamı gelecek mi?

Gelebilir ama belli değil henüz. 

Sona geliyoruz… Sıkı bir futbolsever ve Beşiktaşlı olduğunuzu biliyoruz. Beşiktaş tarihinden bir futbolcuyu ya da teknik direktörü canlandıracak olsanız kimi canlandırmak isterdiniz? 

Güzel soruymuş. Vedat Okyar’ı canlandırmak isterdim. Saçım sakalım da biraz benziyor ona. (Gülüyor) Tabii tavır olarak da Vedat Okyar, tarihimizde en yüksek kişilerden bizim için. Şeref Bey’i, Hakkı Yeten’i de biliyoruz elbette ama ben onları görmedim. O duyguyu tamamlayamıyorum, onları okuduğum kadarıyla bilebiliyorum. Ama Vedat abi yakın tarihimizde var. O yüzden cevabım Vedat Okyar. 

Beşiktaş’la ilgili bir projeniz var mı?
Beşiktaş’la ilgili bir şey yapmak hep aklımda var. Hatta bir arkadaşım bir şeyler yazıyor, olur mu olmaz mı bakacağız ama daha emekleme aşamasında bir proje. 

Son olarak, sizi bundan sonra nasıl projelerde göreceğiz?

İki senedir hazırlıkları süren, büyük bir film yaptık geçen sene. Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa İsyanı’nı konu alan Hakikat adında bir film. Ayrı bir yerde çekilmesi gereken çok ufak bir bölümü kaldı, sanırım mayısta çekilecek o bölümü de. Pandeminin durumuna göre vizyona girecek. Kör Yılan isimli bir filmde oynadım, onun çıkmasını bekliyorum. Bundan sonra da yapabileceğim, keyif alacağım, nitelikli olduğunu düşündüğüm projelerde yer almak istiyorum.

Onur Bayrakçeken

1994 yılında İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun. Annesinin başucunda okuduğu kitaplarla okumayı, ilkokul hocasının teşvikiyle yazmayı sevdi. İflah olmaz bir müzik tutkunu. İki şiir kitabı var (devrilmiş fil hüznü, devingen gömüt), bir de "Prekazi: Vurdu, Gol Oldu!" (Mylos Kitap, 2019) nehir söyleşi kitabını hazırladı.

Related post

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir